Ah Bu Töreler Seks Hikayesi 83. Bölüm! (Osman 30 Y., Konya / Türkiye)
Sabah erken bir saatte karım
uyandırdı. Alışverişe gidecektik, daha doğrusu
ben onları götürecektim. Onlar alışverişini yaparken ben de
işe gidecektim. Banyoya geçip yıkanırken karım da
kahvaltıyı hazırlıyordu. Uyku iyi gelmişti, ama yine
de uykum vardı. Kahvaltıda Özge’nin suratı beş
karıştı. Semanur’un anlattıkları geldi aklıma ve
canım sıkıldı. Muhtemelen onun da suratı bu yüzden
böyle asıktı. Esra ise her zamanki neşeli halindeydi.
Kahvaltı bitiminde birlikte arabaya atladık, Refiye ve Ceren’i
evlerinden aldım. Refiye arka koltuğa kızı ile geçerken, ön
koltukta oturan karımın keyfine diyecek yoktu. Onları büyük ve
güzel bir mağazanın önünde indirdim. Sadece kadın
kıyafetleri satan bir mağazaydı. Karıma, “Siz
alacağınızı alın, beni ara daha sonra, gelir
yaparım ödemesini!” dediğimde, karım, “Tamam bir tanem!” diyerek
yanaklarımdan öptü. Bunu yaparken yanımızda Refiye vardı ve
onu kıskandırmak için böyle davranmıştı. Refiye’nin
suratı asıldı bunu görünce, ama bir şey demedi.
Onlar mağazaya girerken ben de işyerime gittim. Çalışanlar,
Kübra hanımın yardım kolileri ile, markete göndereceğimiz
ürünlerin ilk partisini hazırlıyordu. Yazıhaneme girerken
peşimden Dilber geldi içeri, kapıyı kapattı. Önlüğü
yoktu üzerinde. Uzun, çiçekli bir etekle, ince mavi bir kazak giymişti.
Başını büyük, siyah bir türbanla bağlamıştı.
Ten rengi parlak naylon çoraplı ayağında her zamankinin aksine
siyah, topuklu, burnu açık bir ayakkabı vardı. İnce
kazağın altında koca memeleri, kilo vermesine rağmen halen
şişkin olan göbeği belli oluyordu.
Dilber usulca, “Seni özledim, herkese yardımın dokunuyor, bir tek bana
dokunmuyor!” dediğinde, “Bu aralar başım kalabalık,
görüyorsun ya!” dedim. “Biliyorum, ama ne bileyim. Son zamanlarda
yaşadıklarım beni çok yıprattı, sana ihtiyacım
var!” dedi. Dilber’in canı yarak çekiyordu. Kabaca söylemek istediği
buydu. “Tamam, her şeyin bir zamanı var!” dediğimde, “Öyle
olsun!” diyerek çıktı. Birkaç telefon görüşmesi yaparken,
kahvemi getirip masamın üzerine koydu.
Kendimi işlere vermek istiyordum. Kübra hanımın işinin
gelmesi çok iyi olmuştu, epey bir belimizi doğrultabilecektik bu
sayede. Öğlen gibi telefonum çaldı, işlerin yoğunluğu
nedeniyle kimin aradığına bakmadan açıp, “Efendim?” dedim.
Telefonun diğer ucunda Aysel vardı. “Bana gelmen gerek!”
dediğinde, “Hayırdır, ne oldu?” dedim. “Boş ver, telefonda
olmaz, gelmen gerek işte, o kadar!” diyerek kapadı telefonu.
Karımı aradığımda, “Bizim işimiz bitmek üzere,
sen istersen gel!” dedi. “İyi tamam!” diyerek kasayı açtım,
içinden yeteceğini düşündüğüm bir miktar para aldım ve
soluğu mağazada aldım. Karım ve Refiye bir koltukta,
kızlar başka bir koltukta oturuyordu. Kasaya geçip, “Ne kadar tuttu?”
diye sordum. Kızın söylediği rakam karşısında
adeta dudağım uçukladı. Benim tahmin edip yanıma
aldığım paradan fazlaydı bu. Kalan kısmını
kredi kartımla da ödemek istemiyordum, “Bir kısmını
şimdi vereyim, kalanı gün içinde getireyim!” dediğimde,
kız, “Kusura bakmayın, yapamayız!” dedi.
Karım ve Refiye’nin yanına gelip, “Üzerimde o kadar para yok, siz
bekleyin ben işyerine gidip geleceğim!” dedim. Karım, “Yahu
Osman nasıl yaparsın bunu? Aklın nerde senin?” dediğinde,
Refiye atılıp, “Olabilir, insanlık hali canım. Biz
karı koca değil miyiz, ben ne güne duruyorum!” diyerek
cüzdanını açtı ve içinden, bende bile olmayan, yüksek limitli
bir kredi kartı çıkardı, “Bununla kalanını öde!”
diyerek şifresini söyledi. Kasaya ödemesini yaptım. Kartı geri
Refiye’ye uzatırken, “Gerek yok, bundan sonra sende kalsa da olur, ben ne
yapayım?” dedi.
Karımın suratı bunları duyunca sinirinden
kıpkırmızı olmuştu. Ama bir şey diyemiyordu. Daha
kendisine bir kart bile çıkartamamışken, yeni gelecek
kumasında bende bile olmayan bir kart vardı. İki karım
arasında bir sürtüşmenin çıkmasını istemiyordum, onun
için kartı Refiye’ye vermek istedim. Ama o da almamakta ısrar
ediyordu. Karımın mağazaya girerken kendi yanında
yanaklarımdan öpmesinin intikamını bu şekilde almak
istiyordu Refiye. Bütün zorlamalarıma rağmen kartı
almayınca mecburen cüzdanıma koydum.
Mağazadan çıkınca önce Refiye ve Ceren’i, ardından
karım ve kızları bıraktım eve. Karım arabadan en
son inerken, krıma, “Hadi, sıkma canını, onun kredi
kartı var diye kıskançlık yapma!” dedim. “Kıskançlık
yapmıyorum canım, sonuçta o da karın olacak!” dedi. Ama bunu ne
kadar içten söylediğini bilmiyordum. Yanağından öptüm, “Aysel
hoca çağırdı, ona gitmem lazım. Yapmam gereken başka
işlerim de var. Belki akşama geç gelirim!” dediğimde, “Hoca niye
çağırdı ki seni?” diye sordu. “Bilmiyorum, gidip bakacağım!”
dedim.
Aysel’in evine geldiğimde etraf sessizdi. Kapıyı Aysel
açtı, baştan aşağı siyahlar içindeydi. Siyah, uzun bir
etekle, parlak siyah bir gömlek giymişti. Başında gene siyah,
büyük bir türban vardı. “Hoş geldin, şöyle geç!” diyerek beni
salona değil de arkadaki odaya yönlendirdi. “Hayırdır? Bir
şey mi var?” diye sordum. Ama Aysel, “Geç içeri!” dedi başka bir
şey demeden. Melahat evde yoktu.
İçeri geçince dünkü hocayı bir sandalyede otururken buldum. Öpmesi
için elini uzatınca, öpüp başıma koydum. Eliyle yerdeki
minderlerden birinin üzerine oturmamı işaret etti. Aysel içeri
girip kapıyı kapattı, o da benim gibi karşımdaki
minderlerden birinin üzerine oturdu. Aysel, “İçerde Zekiye adında bir
kadın var. Sabahtan geldi. Bir erkekle cima ettiğini, gebe kalmak
istediğini, bunun için de bana geldiğini söyledi. Ben
ağzını aradım, konuşturdum. Senin adını,
tarifini verdi!” deyince ağzım açık kaldı.
Zekiye beni korkutuyordu. Aysel’e gelip gebe kalabilmesi için dua etmesini,
yardımcı olmasını istemişti. Ne diyeceğimi
şaşırdım. Eğer gebe kalırsa başım derde
girecekti. “Sen ne yaptın peki?” diye sordum. Onun yerine sandalyede
oturan hoca cevap verdi, “Merak etme, sadece konuştuk. Henüz bir şey
yapmadık. Ben bir karışım hazırladım, onu
içirdim. Şimdi mışıl mışıl yatıyor,
istersen gir bak. Yalan söylemediğimizi görürsün!” dedi.
Bir sinirle kalktım ve diğer tarafa geçtim. Kapıyı
açınca gördüğüm manzara Aysel ve hocanın yalan
söylemediğini kanıtlıyordu. Zekiye sol tarafına
yatmıştı, başının altına minderlerden birini
koymuş, dizlerini kendine çekmiş bebek gibi uyuyordu. Tekrar odaya
döndüğümde, hoca konuşmaya başladı, “Dediğim gibi daha
bir şey yapmadık. Ama yaparsak da gebe kalacağını
bilmelisin. İkimizin de nefesi güçlüdür. Aysel hanımla birlikte
üflersek kadının gebe kalma şansı çok artar. Seni bunun
için çağırdık zaten!” dedi.
Aysel onun bıraktığı yerden devam etti, “Kadın bize
5.000 Lira vereceğini söyledi bunun için. Eğer sen daha
fazlasını verirsen...” deyince, “Aklını mı
kaçırdın sen, işi iyice soygunculuğa döktün!” dedim
sinirle. Hoca, “Osman Efendi, dediğin yanlış, sonuçta biz de
aile, ev geçindiriyoruz. Buradan kazandığımız paralarla
oluyor bu. Biz öyle düzenli aylık maaşı olan sigortalı çalışanlar
değiliz, bu iş soygunculuk değil, amme hizmetidir!” dedi.
Zekiye tutumlu bir kadındı, kalkıp da bu kadar para verecek biri
değildi. “Peki, ben daha fazla verirsem ne olacak?” diye sordum. Aysel, “O
zaman kadına yapacaklarımız sadece göstermelik olacak, para
almayacağız ondan. Bedavadan iyilik yapmış görüneceğiz,
ama diyeceğiz ona bu işin garantisi yok diye, anladın mı?”
dedi. Yani Zekiye’yi kandıracaklardı. “O kadın bu kadar para
veremez, onun durumu buna müsait değil. Sen o 5.000 lafını indir
bakalım!” dediğimde, Aysel’in suratı asıldı. Zekiye
belki de para teklif etmişti, ama bu 5.000 Lira olamazdı.
Hocanın da dahil olduğu bir pazarlıkla bu işi 2.000 Liraya
bağladım.
Karımla Aysel’e gide gele, bu fal, büyü işleri kafamı
kurcalamaya başlamıştı. Hele dün hocanın büyü
bozması ve adeta kehanet gibi açıklamaları doğrusu beni
korkutmuştu. O nedenle Aysel değilse bile bu
tanımadığım kadını karşıma almak
istemiyordum. Aysel, “Sen şimdi git, biz kadını
uyandırıp göndeririz, savarız başımızdan. Ben
seni aradığımda yanında parayla birlikte gelirsin!”
dediğinde, “Tamam!” diyerek çıktım evden.
Zekiye ile yaptığım sikişin bedelini ödüyordum. Moral
bozukluğuyla işyerine döndüm tekrar. Bu kez beni işyerinde
başka bir sürpriz bekliyordu. Yazıhanemde
tanımadığım bir adamla bir kadın vardı. Adam
45-46 yaşlarında orta boylu, kısa ağarmış
sakallıydı. Takım elbise giymiş, ama kravat
takmamıştı. Karşı koltukta ise siyah
çarşaflı bir kadın oturuyordu.
Adam güler yüzle selam verince, selamını aldım. Kadın
ellerini önünde birleştirmiş, başı öne eğik haldeydi.
Ben içeri girince o da ayağa kalkmış, ama ses etmemişti.
Adam hemen söze girdi, “Osman bey, beni Durmuş bey gönderdi. Kendisi Kübra
hanımın babasıdır. Size çok teşekkür ediyor vakfa
yapacağınız bağış için, size
selamlarını iletmemi istedi!” deyince, “Teşekkür ederim!” dedim.
Adam, “Durmuş bey ilerde daha büyük çaplı işler yapmak istiyor
sizinle. Ama sizden bir ricası olacak...” dediğinde, “Buyurun,
dinliyorum?” dedim. Dilber bu sırada içeri girmek istedi, elinde iki çayla
benim Türk kahvem vardı. Adam Dilber’i görünce tedirgin oldu, bir
işaretle ondan çıkmasını istedim. Dilber elindeki tepsiyle
gerisin geri çıkıp kapıyı kapatırken, adam
kaldığı yerden devam etti...
“Evet, ne diyordum. Ha, Durmuş beyin sizden bir ricası var.
Durmuş bey, şu içeri giren bayanın işine son vermenizi,
onun yerine de Şevkiye hanımı işe almanızı
istiyor!” dediğinde çok şaşırdım. “İyi ama neden?
Durmuş bey benim çalışanlarıma neden
karışıyor, bu hakkı kendisinde nasıl buluyor?” dedim.
Kızgındım. Adam, “Bilmiyorum, bunu onunla konuşursunuz
sonra. Ama benim şimdi ona bir şey demem lazım.
Cevabınız nedir? Evet mi, hayır mı?” deyince, adamın
küstahlığı karşısında sinirimden deliye döndüm.
Ağzıma geleni söylemek istiyordum, ama içerdeki kadına ayıp
olmasın diye susuyordum.
Adam, “Eğer hayır derseniz bu market işinin
olmayacağını size söylemem gerek o zaman. Durmuş bey için
bu çok önemli bir konu. Kabul edip etmemek sizin elinizde, ama dediğim
gibi etmezseniz bu iş olmayacak!” dedi. Durmuş bey denen adam beni
ters köşeye yatırmıştı. Onun için kaybedecek bir
şey yoktu, ama ben kaybedersem benim için önemli bir meblağ
olacaktı bu.
Bir süre düşündüm. En sonunda Dilber’i işten çıkarmaya karar
verdim. Ama maaşını ödemeye ve sigortasını
yatırmaya devam edecektim. Benim için masraflı olacaktı, ama bu
işten kazanacağım parayla rahat rahat yapabilecektim bunu.
Cevabımın evet olduğunu söyledim ve “Peki, bu Durmuş beyin
bu kadınla ne alıp veremediği var? Bu kadını nerden
tanıyor?” diye sordum. “Bilmiyorum, Durmuş Bey bu konuları
bizimle paylaşmaz. Bize sadece ne yapmamız gerektiğini söyler o
kadar!” dedi ve kalktı. Kadın da onunla birlikte kalkınca, adam,
“Şevkiye hanım sen istersen kal, nasılsa artık burada
çalışacaksın!” dedi.
Kadın başını önünden kaldırmadan, “Allah razı
olsun!” derken adam bana yanaştı ve “Kaç para maaş
vereceğiniz size kalmış, sigorta yapmasanız da olur!” dedi
kadın için. Adam çıkarken kadın aynı vaziyette ayakta
dikiliyordu. Adam gidince Dilber girdi içeri. “Hayırdır? Bu
hanım kim?” diye sorunca, meseleyi ona nasıl
anlatacağımı bilemedim önce...
“Otur şöyle!” dedim, kadın ise ayakta durmaya devam ediyordu.
“Şevkiye hanım sen de otur!” dediğimde, sessizce koltuğun
ucuna doğru oturdu. İnce siyah çoraplı ayakları
çarşafının altından görünüyordu, ayağında ise
ayakkabı niyetine eskimiş bir çift terlik vardı. Dilber
kadından hoşlanmamıştı. “Kim bu kadın?” diye
yeniden daha sertçe sorunca, “Şimdi soru sormayı bırak.
Reddedemeyeceğim bir şey oldu. Korkma, sıkıntı da
yapma. Tamam mı? Sadece dinle beni. Bundan sonra bizimle
çalışmayacaksın. Yerine Şevkiye Hanım
çalışacak. Ama ben senin maaşını ödemeye,
sigortanı yatırmaya devam edeceğim!” dedim.
Ancak Dilber bu sözlerime çok kızmıştı. Beni dinlemiyor,
“Niye? Ne yaptım ben? Biri mi bir şey dedi? Eski dünürüm mü var
arada? Sen niye kabul ettin? Yoksa kızımla mı ilgili? Karın
mı istiyor çıkmamı?” diye bir sürü soru sordu. “Ya, kes soru
sormayı. Tamam işte, bitti gitti. Sana paranı vermeye devam
edeceğim diyorum, sigortan da yatacak. İş aramana gerek yok. Korkma,
bana güven...” dedim.
Dilber ağlamaya başlamıştı, eski dünürü Ayşe’ye
ağız dolusu küfür ediyordu. Şevkiye hanım bunları
duyduğunda yüzü kızarıyor, ama bir şey yapamıyordu.
Dilber sonunda biraz sakinleşti, “Yalan söylemiyorsun değil mi? Maaşımı
vermeye devam edeceksin. Bak hastanelere gidip geliyorum. Sigortamı da
ödeyeceksin değil mi?” dedi. “Ya, sana söz veriyorum dedim ya. Yemin
ederim istersen. Bak, hadi kafan rahat olsun. Sıkıntı yapma,
bana güven...” dedim yine.
Dilber, “İyi, tamam!” deyip ayağa kalkarken, Şevkiye hanım da ayaklandı. Dilber, “Hayırlı
olsun bacım!” deyince, Şevkiye hanım, “Allah razı olsun!”
dedi yine elleri önünde birleşik ve başı öne eğik
şekilde. Ben Dilber’e, “Sen Şevkiye hanıma işleri anlat o
zaman!” dedim. Dilber, “Gel bacım!” diyerek çıkarken, Şevkiye
hanım da peşinden çıktı.
Bu Durmuş Bey denen adamın Dilber’le ne alıp veremediği
vardı acaba? Onu bir yerlerden tanıyordu muhakkak. Yada Dilber’in
dediği gibi, bu işte Ayşe hanımın parmağı
vardı belki de. Bilmiyordum, sonradan anlaşılacaktı bu.
Akşam iş çıkışında, Dilber çalışanlarla
vedalaştı. “Hakkınızı helal edin!” deyince hepsi
birden, “Helal olsun abla!” dedi. Gözleri nemlenmişti. O ara Dilber’i
yazıhaneme çağırdım ve “Şu parayı al, bulunsun
üzerinde, maaştan ayrı bu, tazminat niyetine, tamam mı?” dedim.
“Tamam, sağ ol!” diyerek parayı çantasına attı.
Şevkiye hanıma, “Şevkiye hanım sen nereye gideceksen
götüreyim, evin nerde senin?” diye sordum. “Şeyy, ben vakıfta
kalıyorum, evim yok. Orada kalıyorum!” dediğinde şaşırdım,
ama bir şey demedim. “İyi tamam, sen de gel. Şu meşhur
vakfın yerini de öğrenmiş oluruz böylece!” dedim.
Dilber öne, Şevkiye Hanım arkaya bindi. Önce Dilber’i
bıraktım evine. İnerken küskün, kırgın görünmüyordu.
Benim zorda kalmadıkça böyle bir şey yapmayacağımı
biliyordu çünkü. O gidince, “Evet Şevkiye hanım, bu vakıf nerde,
tarif et!” dedim. “Şey, ben bilmiyorum yerini...” deyince, “Ee, nasıl
gideceğiz o zaman?” dedim. Elinde küçük siyah bir naylon torbası
vardı, onun içinden bir kart çıkartıp uzattı. Kartı
alırken parmağım parmağına değince bir heyecanla
çekti elini. Kart yere düştü. Arkaya uzanıp ayağının
dibinden aldım kartı.
Kendini benden olabildiğince sakınıyordu. Oldukça mutaassıp
biriydi. Karttaki adrese doğru sürmeye başladım arabayı.
“Şevkiye hanım anlat bakalım. Beyin ne iş yapıyor?”
diye sordum. Şevkiye hanım üzgün bir sesle, “Beyim sizlere ömür!”
dedi. “Başın sağ olsun. Hasta falan mıydı?” diye
sordum. “Yok, kan davası yüzünden vurdular!” dedi. Bunu deyince acaba
başıma bir iş mi aldım dedim kendi kedime.
“Çoluk çocuk var mı peki?” diye sordum bu kez. “8 tane. 6 kızım,
2 oğlum var!” dediğinde, içimden (Rahmetli de iyi sikmiş!)
dedim. “Allah bağışlasın!” dediğimde, “Sağ olun!”
dedi. Aynadan bakıyordum yüzüne. Çarşafının peçesini
dudaklarının üzerine çekmişti, burnu ile kahverengi gözleri
görünüyordu yalnızca. “Peki, çocuklar kaç yaşında?” diye sordum.
“En büyüğü kız, o 20 yaşında. En küçüğü de erkek, 2,5
yaşında!” dedi. Diğerlerinin yaşı ile ilgili bir
şey demedi. “Kocan ne zaman rahmetli oldu peki?” diye sordum. “En
küçüğü 1 yaşındaydı!” dedi. Yani nerdeyse 1,5 sene
olmuştu. 20 yaşında bir kızı vardı, yani
kızı Özge ile nerdeyse yaşıttı. Ama Şevkiye
hanımın karımdan daha genç olduğu kesindi.
“Evin falan yok muydu?” diye sorduğumda, “Yok, kiradaydık zaten.
Beyim de ölünce ev sahibi bizi dışarı attı. Bir de bu kan
davası meselesinden korktu. Bu vakfa geldim çocuklarımla. Şimdi
sağ olsunlar, bir oda verdiler orada. Çocuklarıma hem kurs
veriyorlar, hem de yemek. Ben de kadınların tuvaletlerini
temizliyorum orada.” dedi. “Çocuklar okumuyor mu peki, okula giden yok mu?”
diye sordum. “Şey, çocuklarımın dördünde sakatlık var,
önceden de gitmiyorlardı zaten. Diğer dördünden de ikisi daha küçük.
Diğer ikisi de kursta eğitim görüyor!” dedi.
“Kocan akraban mıydı peki?” diye sordum. “Amcamın oğluydu!”
dedi. Yakın akraba evliliği sonucu sekiz çocuğunun dördü
sakattı. Ama buna rağmen gene de çocuk yapmışlardı.
Zenginin parasıyla, fakirin karısıyla oynadığı
lafının doğru olduğunu anlamıştım o
bunları derken. Rahmetli kocası anlaşılan Şevkiye
hanımla epey bir oynamıştı.
“Sen okula gittin mi peki?” diye sordum. “Yok, babam göndermedi!” dedi. “Yani
okuman yazman yok” dedim, “Yok!” dedi. Çok çocuklu, cahil bir kadını
işe almıştım. Kazanacağım parayı
düşünerek yapmıştım bunu. İlerde ne
olacağını bilmiyordum.
“Nerelisin peki, buralı mısın?” dedim. “Yok,
Sivaslıyım. Orda yaşıyorduk, ama bu olanlardan sonra ben
çocuklarımı alıp buraya geldim. Bu vakfı duyup da geldim
yani!” dedi. “Para veriyorlar mı peki vakıfta
çalışırken?” diye sordum. “Yok, çocuklarıma baksınlar
yeter!” dedi. Kaderine razı bir haldeydi. “Peki, akraban falan da yok mu?”
dediğimde, “Var, var ama kimse bakmadı, ilgilenmedi. 8 çocuklu,
kocası vurulan bir kadınla ilgilenmek istemediler. Ne kendi
kardeşlerim, ne de kocamınkiler. Onlar da zaten akraba, ama yardım
eden yok!” dedi. Durumu oldukça üzüntü vericiydi. En azından bu
kadını çalıştırıp para verecek olmam bile bir
sevaptı.
Vakfa gelmiştim sonunda. Kocaman bir binaydı burası. Etrafı
yüksek duvarlarla çevriliydi. Şehrin biraz dışında
kalıyordu. Birkaç sefer önünden geçmiş olmama rağmen ne
olduğunu bilmiyordum bu binanın. Şevkiye hanım binanın
ana giriş kapısının ilerisine gitmemi istedi, dediğini
yapıp elli metre kadar ilerde durdurdum arabayı.
Şevkiye hanıma, “Peki sen nasıl gelip gideceksin?” diye sordum,
“Şey, bilmiyorum. Aslında sabahları vakıfta
çalışanları getiren servisler oluyor, onlar geri dönerken beni
de bırakabilirler, ama söylemek gerek!” dedi. “Söyle o zaman!”
dediğimde, “Beni dinlemezler, Reyhan hanımla konuşmak gerek. Ama
o da beni dinlemez. Şey, siz derseniz olur ancak!” dedi.
“İyi o zaman, konuşalım Reyhan hanımla. Kim bu Reyhan
Hanım peki? Şimdi konuşsam olur mu?” dediğimde, “Şimdi
yoktur, akşamüstü gibi çıkar. Vakfın başındaki
hanımdır. Durmuş beyin kızıdır!” dedi. “Sen
tanıyor musun bu Durmuş beyi?” diye sordum, “Yok, ben bilmiyorum,
burayla onun hanımları ve kızları ilgileniyor!” dedi.
Anlaşılan Durmuş beyin de geniş bir ailesi vardı
eş yönünden.
“O zaman ben seni sabah alırım, sabah sekizde gelirim. Senin cep
telefonun var mı? Versene bana numarasını!” dediğimde,
“Benim yok telefonum. Ama sabah sekizde kapıda olurum, yani buraya
gelirseniz. Burada ufak bir giriş daha var çünkü. Büyük kapıdan
bindiğimi görmesinler, laf ederler!” dedi. Her şeyi düşünüyordu.
Gerçekten yüksek duvarların arasında küçük, demir bir giriş
kapısı vardı.
Şevkiye hanım, “Sağ olun!” diyerek arabadan inip, o
kapıyı açıp kapadı ve gözden kayboldu. Yeni
çalışanımı böylece tanımış oldum. Aysel’den
ses çıkmamıştı. Aradığımda, “Kusura bakma
Ankara’dan gelenler oldu, unuttum, arayamadım. Sana bir adres
vereceğim, oraya git. Parayı Nurcan hocaya vereceksin!” dedi. “Nurcan
hoca kim?” diye sorduğumda, “Aptal aptal konuşma!” dedi. Demek
hocanın adı Nurcan idi. Aysel hızlı hızlı
hocanın adresini söyledi. Aklımda tutmaya çalışarak oraya
sürdüm arabayı bu kez.
Karımı aradım, ev kalabalıktı anlaşılan.
Karım, “Annenle Şefika abla bizde, bir de yengeyle Hüsniye
hanım. Aldıklarımıza bakıyoruz!” dedi. Her birinin
bana selam söylediğini ekledi. Arkadan Şefika ablanın, “Selam söyle
aslanıma!” sözünü duydum. Gür sesli bir kadındı. Annemin
akrabası geliyordu, Zekiye gibi o da ilçede yaşıyordu.
Kocası 3-4 sene önce ölmüştü. İki kızı vardı, ama
onunla ilgilenmiyorlardı. Şefika abla bir zamanlar annemle
babamın kavga etmesine sebep olan kadındı. Bir düğünde
babam kendisine fazla yakınlık göstermişti. Annemse bunu konu
edip evde babamla kavga etmişti. Hatta bu kavganın sonunda babam
anneme sağlam bir tokat atmıştı, sonra da bir hafta kadar
eve gelmemişti.
Şefika abla kocasıyla bir trafik kazası geçirmişti,
kocası kazada hayatını kaybetmiş, Şefika abla ise
ağır yaralanmıştı. İyileşmiş, ama bir
gözünü kaybetmiş, sol bacağı da sakat kalmıştı.
Annem bu kaza olana kadar onunla konuşmamıştı. Ama kaza
onları birbirine yakınlaştırmıştı.
Kızları sakat bir kadınla ilgilenmek istememiş, bu nedenle
gelip gitmez olmuşlardı. Şefika ablaya işyerinden erzak
gönderir, kimi zaman biz, kimi zaman da teyzem, yani Elif’in annesi para
yardımında bulunurdu.
Karıma, “O ne zaman geldi?” diye sorduğumda, “Ha, sana demedim
değil mi? Dün akşam baban getirdi, sen çıktın onlar da
girdi içeri. Gece orada kalınca unuttum söylemeyi!” dedi. Karım böyle
söyleyince şaşırdım, dün gece Şefika abla evdeyken mi
annemle babam sikişmişti? Karım, “Sen geliyor musun?” diye
sorunca, “yok, işim var benim, hadi hepsine selam söyle!” dedim.
Aklım karışmıştı.
Aysel’in verdiği adrese gelmiştim sonunda. Üst katı henüz
tamamlanmamış inşaat halinde, iki katlı betonarme bir
binaydı burası. Önde ufak bir bahçesi vardı. Bahçe
kapısını açıp zili çaldım. Az sonra kapıyı
21-22 yaşlarında seyrek siyah sakallı, zayıf bir genç
açtı. “Buyurun?” diye sorunca, “Şey, ben Nurcan hocaya
bakmıştım?” dedim. Çocuk içeri dönüp, “Annneee, annneee!” diye
bağırdı. Efemine hareketleri vardı çocuğun. Az sonra
Nurcan hoca çocuğun arkasında belirdi. “Merhaba, buyurun,
dışarda kalmayın, buyurun!” dedi ve ben içeri geçerken
ayağıma giymem için terlik uzattı.
Terlikleri giyerken önden içeri geçtim. Nurcan hoca eliyle işaret edip,
“Şöyle geçin!” dedi, ışıkları yanmayan bir odaydı
burası. Oğluna, “Mehmet, oğlum şu lambayı yaksana!”
deyince, oğlu, “Tamam anne!” dedi ve önden geçip
ışığı açtı. Nurcan hoca, “Şu perdeleri de
çek!” deyince çocuk ses etmeden perdeleri de çekti. Nurcan hoca, “Ne içersin?
Kahve yapayım, orta şekerli değil mi?” deyince, “Evet, nerden
bildiniz?” dedim. Gülümseyerek içeri geçti. Mehmet karşımda çekingen
hareketlerle otururken, içerden Nurcan hoca, “Mehmeeet, Mehmeeet!” diye
seslenince kalkıp mutfağa geçti.
Az sonra Nurcan hoca elinde bir tepsi ile, arkasındaki oğlu ise bir
sehpa ile içeri girdi. Mehmet sehpayı önden uzatıp yere koyunca,
Nurcan hoca kahvemi sehpanın üzerine koydu. “Hadi yavrum,
tatlıyı da getir abiye!” deyince, Mehmet içeri geçip küçük bir tabak
tatlı ile geldi bu kez. Ev baklavasıydı, belli ki Nurcan hoca
yapmıştı.
Nurcan hoca, “Hadi yavrum, sen odana geç, dersini çalış!” deyince,
çocuk, “Tamam anne!” diyerek içeri gitti. Nurcan hoca karşıma
otururken, “Bu da benim tek çocuğum!” dedi gülümseyerek. Nurcan hoca pembe
renkli, uzun ve puanlı bir etek giymişti. Üzerinde ise çiçekli, uzun
kollu bir gömlek vardı. Başını omuzlarını da
örten kırmızı büyük bir türbanla bağlamıştı.
İnce siyah çoraplı ayaklarının altında lastik bir
terlik vardı. Ayaklarını öyle görünce aklıma birden
Şevkiye geldi nedense.
“Hocam siz içmiyorsunuz?” dediğimde, “Benim kahveyle pek aram yok. Hem
bana hocam demene de gerek yok. Nurcan Hanım hatta Nurcan desen bile
kâfidir!” dedi. “Peki!” diyerek tatlıdan bir parça aldım, çok güzel
olmuştu. “Maşallah delikanlı da pek akıllı!”
dediğimde, “Öyledir!” dedi. Oğlundaki değişikliği fark
ettiğimi anlamıştı.
“Hep bir kızım olsun istedim, ama oğlum oldu. Ben de onu
kız gibi yetiştirdim. Bilmiyorum doğru mu yaptım.
İşte sonuç böyle oldu. Açık öğretimde okuyor şimdi!”
dedi eliyle içeriyi işaret ederek. Ben de, “Üzülmeyin, hayırlı
bir evlat olsun!” dediğimde, “Öyledir, ondan yana kuşkum yok, ama ne
bileyim, üzülüyorum!” dedi.
Evi çok sadeydi, hareketleri de öyleydi. “Aysel hoca gibi değilsiniz!”
dediğimde güldü. Duvarda bir adama ait eski bir resim vardı.
“Eşiniz mi?” diye sorduğumda, başını salladı evet
anlamında. “Ne iş yapıyor?” dediğimde, Şevkiye’nin
cevabını verdi, “Sizlere ömür!” dedi. Bununla ilgili başka bir
şey sormadım. Kahveyi içip, tatlıdan iki parça yedikten sonra,
“Şunu vereyim!” diyerek ceketimin iç cebine koyduğum zarfı
aldım. O sırada aynı cebimde bulunan, annemin
yatağının altından çıkan hafıza kartı yere
düştü.
Nurcan, “O ne?” diye sorunca, “Haa, bu mu, yok bir şey!” dedim. “Söylemek
istemediğin bir şeyse söyleme!” dedi. “Nasıl yani?
Anlamadım?” dediğimde, “O yere düşeni nerde buldun? Büyüyü
bozarken bir şeyler mi gördün?” diye sorunca, ağzım açık
kaldı. “Anlat, çekinme!” dediğinde, nasıl anlatacağımı
bilemedim. Nurcan, “Anlat, çekinme, benden gizlemene gerek yok!” dediğinde
kapıya baktım, içerdeki oğlunun duymasını
istemiyordum. Nurcan, “Korkma, oğlumun kapısı kapalı,
şimdi harıl harıl ders çalışıyor!” dedi
gülümseyerek.
O zaman, “Şeyy, bunu annemin yatağının altında buldum.
Bir de şey, nasıl desem, yani, böyle açık saçık dergilerle
iç çamaşırları vardı, kadın iç
çamaşırları!” dedim. Nurcan’ın beyaz yanakları
bunları duyunca bir miktar pembeleşti. Nurcan, “Ver onu bana!”
deyince uzattım. Hafıza kartını eline aldı, gözlerini
kapadı, kendi kendine bir şeyler mırıldandı,
hafıza kartına birkaç defa üfledi. Havada daire olacak şekilde
çevirdi. Bu işlem belki üç dört dakika kadar sürdü.
Bana geri uzatırken yüzü ciddileşmişti. Ona, “İçinde bir
şey mi var? Niye öyle oldu yüzün, söyle, bir şey mi gördün?” dediğimde,
“Boş ver!” dedi. Ama belli ki bir şeyler vardı. “Bunlara
bakıp bakmamak senin elinde, ama sonuçları seninle ilgili olacak!”
dedi, ne demek istediğini anlamamıştım. “Bilgisayarın
var mı? Buna bakmak istiyorum” dediğimde “Mehmeeet, yavrum gel bir
dakika!” diye seslendi. Az sonra Mehmet gelip, “Efendim anne?” deyince,
“Yavrum, bu abinin bir ricası var. Senin bilgisayarında bu elindeki
şeye bakmak istiyor!” dedi. Mehmet elimdeki hafıza kartını
aldı, “Haa, bu benim bilgisayara olmaz ama. Bende kart okuyucu yok ki,
takacak yeri yok yani!” dedi.
Nurcan, “Olmaz mı yani, bakamaz mı?” diye sorunca, “Yok anne, bunun
parçası yok bende, buna kart okuyucu lazım!” dedi. “İyi, tamam,
sen git dersine çalış o zaman!” deyince, Mehmet yeniden içeri geçti.
“Hay aksi!” dedi Nurcan. Ben de, “Neyse ben sonra bakarım!” dedim.
Zarfı uzattım bu kez. “Teşekkür ederim!” dedi. “Şey ne
oldu? Zekiye?” diye sordum. “Haa, bir şey olmadı, Aysel
hanımın dediği gibi yapıp, bir iki lafla
başımızdan savdık!” dedi gülümseyerek.
Bir süre sessiz kaldık. “Şey, ben kalkayım!” dedim. Nurcan,
“Osman, biraz daha kalabilir misin? Senle konuşmak istediğim bir
mesele var!” dediğinde meraklandım. Ayağa kalkmışken
yeniden oturdum koltuğa. “Dinliyorum?” dediğimde, Nurcan kalkıp
odanın kapısını kapadı.
Yanımdaki tekli koltuğa geçip oturdu, sessiz olmaya
çalışarak, “Şey, benim için çok önemli bir konu bu. Bununla
ilgili ancak sen yardım edebilirsin!” deyince daha da meraklandım.
“Oğlum Mehmet’i gördün. Hareketlerinden, konuşmasından ondaki
farklılığı görmüşsündür. Şey, benim oğlumla
ilgili korkularım var. Yani nasıl desem, nasıl derler
oğlumun şey, Homo olmasından korkuyorum. Hareketlerini,
konuşmasını gördün. Bir erkek gibi değil. Onu kız gibi
büyüttüm dedim ya, belki de sorumlusu benim bunun. Ben nasıl desem sana,
şey, yani oğlum bu yaşına geldi ama daha bir kadınla
birlikte olmadı! Şey, senin, yani, şey, kadınlarla ilgili
deneyimli olduğunu duydum. Oğluma ancak sen yardım edebilirsin!”
dediğinde, “Kimden, ne duydun?” dedim. Bir şey demedi,
konuşurken yüzü kızarıyordu. “Oğluma sen yardım
edebilirsin, ancak sana güvenebilirim bu konuda, lütfen, lütfen oğluma
yardım et!” derken gözleri nemlenmişti.
“Peki, oğlun gerçekten Homo mu? Ne yaptın, takip mi ettin? Yada ne
bileyim çocukla hiç konuştun mu?” diye sordum. “Konuştum, bu konuda
defalarca konuştum, sordum, oğlum gerçekten böyle bir şeyin
varsa söyle, çekinme, anlat bana dedim hep. Ama o her seferince (Yok anne!)
diyerek reddetti!” deyince, “Belki de çocuk doğru söylüyordur. Ne
biliyorsun Homo olduğunu. Yoksa başka bir şeyler mi var? Yani
gördüğün, duyduğun bir şey mi var?” diye sordum bu sefer.
“Yok, çok şükür yok öyle bir şey. Ama hareketlerine baksana, onunla
bir yere gittiğimde oğlum hakkında söylenenleri duyunca
yüreğim parçalanıyor. Ama bir şey de yapamıyorum!” dedi.
“Peki, hiç doktora götürmedin mi?” dediğimde ise, “Yok, kadın
başıma nasıl götüreyim?” dedi kapıyı eliyle
işaret ederek.
Bir süre sustum, ne diyeceğimi düşündüm. “Peki, bak bu biraz mahrem
bir konu ama. Yani, senin oğlun kendi kendini tatmin ediyor mu peki?
Banyoda falan, yani bunu yapıyor mu? Ne bileyim bilgisayarında yada
işte, dedim ya annemin yatağının altından açık
saçık dergiler çıktı ya. Yani sen de öyle bir şeyler gördün
mü, buldun mu oğlunun odasında falan?” diye sorduğumda, yanakları
daha da kızarmıştı.
“Ben bilgisayardan anlamam. Ama o dediklerinden de hiç bulmadım.
Şeyle ilgili, yani, kendi kendini şey etmesiyle ilgili de...” deyip
başını geriye attı, kapıya baktı. “Kendi kendini
şey etmesiyle ilgili, şey, ona banyoda ben yaptırıyorum...”
dedi. “Nasıl yani?” diye şaşkınlıkla sordum.
“Yani ona ben öğrettim. Onu hep ben yıkarım. Banyoda da onun
şeyini, yani, erkekliğini tutup onu şey, öyle yapıyorum
yani...” dedi. “Sen olmasan yapmıyor mu peki? Sadece sen mi
yapıyorsun bunu?” dediğimde, “Yok, yapmıyor. Sadece ben
yapıyorum bunu. O yapmak istemiyor. Ben de aslında zorla
yaptırıyorum. Sen erkeksin, yapmak zorundasın, yoksa kızlar
sana bakmaz diyorum. Ama (Bana ne ya kızlardan!) deyip duruyor!” dedi.
“Peki, şeyi, yani erkekliğinde problem yok değil mi? Yani
kalkmasında?” dediğimde, Nurcan başını yana çevirdi,
“Tövbe tövbe, yok, yok öyle bir şey!” dedi.
Mehmet gerçekten Homo muydu, yoksa sadece hareketleri, konuşması
mı kız gibiydi? “Kız arkadaşı yok mu? Hiç olmadı
mı?” diye sorunca, “Var, ama yani öyle sevgilisi anlamında
değil. Okuldan, liseden arkadaşları var, onlarla bazen
buluşuyor, konuşuyor. Hatta kızlar bunu çok seviyor, ama ne
bileyim, öyle sevgilisi olmadı hiç. Hepsi arkadaşı, kardeşi
gibi görüyor Mehmet’i!” dedi. “Erkeklere karşı nasıl peki?
Onlara karşı başka türlü mü davranıyor?” dediğimde,
“Yok, onlarla da iyi, ama genelde pek erkek arkadaşlarıyla gezip
tozmaz. Onlar alay ediyorlar çünkü. Ama yani öyle erkeklere başka türlü,
tövbe tövbe, yani öyle başka türlü bir şeyi yok yani!” dedi.
“Bu çocuk televizyonda yada ne bileyim internette falan açık saçık
şeylere bakmıyor mu? Sen hiç görmedin mi?” dedim. “Biz televizyonda
öyle şeyler izlemeyiz zaten. Ama dedim ya bilgisayardan anlamam diye,
izinsiz odasına da girmiyorum, çok kızıyor. Ben yokken bir
şey yapıyorsa bilmiyorum!” dedi.
Bir süre düşündüm, “Bu çocuk belki de cinsellikten
hoşlanmıyordur. Yani nasıl desem, kendi kendini tatmin etmiyor
değil mi, sen olmasan? Ee, sen diyorsun ki kızlarla arası iyi
ama sevgilisi yok. Erkeklerle de iyi arası. Bence çocuk cinselliğe
karşı soğuk yaklaşıyor, yani cinsellikten
hoşlanmıyor. Bu da olabilir. Bence doktora götürsen daha iyi. Bu
çocuk yani belli ki bir şey olmuş, onun için böyle soğumuş
cinsellikten. Çocukken falan herhalde, yoksa normal değil bu durum!”
dediğimde Nurcan’ın kızarmış yüzü daha bir
kızardı. “Ne ilgisi var canım çocukluğuyla ilgili, tövbe
tövbe. Herkes gibi o da çocuktu işte!” deyince, “Tamam, herkes gibi çocuktu,
ama ne bileyim çocuk cinsellikten soğumuş, yada korkuyor, var bir
şeyler işte!” dedim. Bu dediklerime Nurcan itiraz ediyordu sürekli.
Galiba bir yaraya parmak basmıştım. Üzerine gitmek istedim.
“Bana bak, doğru söyle. Küçükken bu çocuğa birisi tacizde mi bulundu,
babası yada amcası, ne bileyim, başka biri mi bir şey
yaptı? Bak öyle bir şey varsa söyle. Çekinme, anlat. Belki de
çocuğu biri taciz etti de çocuk böyle oldu!” dediğimde, Nurcan,
“Tövbe tövbe, tövbe tövbe, o nasıl laf öyle, olur mu? Bizim evimizde,
töremizde öyle şey olur mu?” dedi.
“Bu işler oluyor, sen gazete okumuyor musun? Görmüyor musun neler neler
var? Anlat bak, yoksa yardım falan etmem. Benden gizleyerek
kaçamazsın. Anlat adam gibi, ne oldu? Çocuğa biri bir şey mi
yaptı küçükken?” dedim.
Nurcan’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Belki de işin
doğrusu buydu. Bir süre sonra kendine geldi Nurcan, “Evlendiğimiz
zaman kayınbabamların yanında, köyde, bir oda vermişlerdi
bize. Orada kalıyorduk. Mehmet olduğunda da kalmaya devam ettik
orada...” diyerek bir süre sustu. Türbanının ucuyla
gözyaşlarını silerken, “Ee, anlat!” dedim. “Ne anlatayım,
bunlar mahrem şeyler!” deyince, “Bak, mahremi falan yok bu işin,
anlat bana, hadi. Benden çekinme, utanma, madem benden yardım istiyorsun,
her şeyi anlatman gerekli ki ben de ona göre davranayım!” dedim.
O zaman devam etti, “Babaannesiyle dedesi Mehmet’e çok düşkündü. Geceleri
çoğunlukla onlarda yatardı. Babaannesi kendi koynunda
yatırırdı Mehmet’i. Artık aklı ermeye
başlamışken bile babaannesi onu kendi yatağında
yatırmaya devam etti. Yani dedesiyle babaannesinin arasında
yatıyordu geceleri. Biz de bir şey demiyorduk buna...
İşte, şey, yani, bir gece kayınbabam yatakta Mehmet varken
kaynanamın üstüne çıkmış, Mehmet de tabii görmüş bunu.
Daha önce de olmuştur, ama o zamanlar aklı ermiyordu demek ki. Sabah
olunca Mehmet bana gelip anlatmıştı bunu, (Anne gece dedem böyle
yaptı, nenem şöyle yaptı!) diye...
Ben ondan sonra Mehmet’i kaynanamlara göndermedim birkaç gece, ama
kayınbabam da, kocam da bunun için dövdü beni. Kaynanam demediği
lafı bırakmadı. Onun için ses edemedim. Kocama da Mehmet’in
anlattıklarını söyleyemedim utancımdan. Zaten o da
istiyordu geceleri Mehmet orda kalsın diye...” dedikten sonra sustu. Belli
ki kocası, çocuğu evde olmadığında, Nurcan’ı daha
rahat sikebilmek için diye evden gönderiyordu.
“Bu böyle devam etti, Mehmet okula başladığı zaman bile
nenesinin yatağında yatıyordu. Kayınbabamla kaynanam anadan
üryan halde oğlumun yanında geceleri birlikte oluyorlarmış.
Oğluma da (İzle, izle de öğren!) falan diyorlarmış.
Bana gelip anlatıyordu, ama ben utancımdan kocama diyemiyordum
bunları. Mehmet de o aralar böyle sessiz, sakin bir çocuk oldu. Benimle
bile konuşmuyordu. Böyle donuk donuk bakıyordu. Ben zorladım,
vurdum, ne var, ne oldu oğlum, konuş benle dedim, ama bir zaman devam
etti böyle!” dediğinde, hayretten ağzım açık kaldı.
Şaşkınlığımı gören Nurcan, “Öyle işte! Ben
kocama bunu dediğimde bir şey diyemedi, beni dövdü, ama bir şey
diyemedi. Ondan sonra da köyden kalkıp şehre
taşındık!” dedi.
Mehmet’in bu halinin sebebi büyük ihtimalle buydu. Çocukken
yaşadığı bu travma onu cinsellikten soğutmuştu. Nurcan’ın
oğluna olan ilgisi de onu Efemine şekilde davranmaya itmişti. Nurcan
biraz daha yanaştı, hem ağzının kokusunu, hem de ter
kokusunu alıyordum şimdi.
Nurcan, “Bak, sana en mahrem şeylerimi anlattım. Bunları kimse bilmiyor,
Aysel hoca bile. Ben oğluma çare bulmaya çalıştım ama
başaramadım. Onun için senden yardım istiyorum. Aysel
hocanın yanında Melahat adında bir kadın kalıyor hani.
Kadın eski bir hayat kadınıymış. Şey, Aysel hoca
kadını seninle nikâhlamış. İşte, şey, ben o
kadına dedim, oğlumun durumunu söyledim, oğlumla birlikte olur
musun diye. Bana şey dedi, ben o işleri bıraktım. Tövbe
ettim, şimdi kalkıp tövbemi senin oğlun için bile olsa bozamam.
Hem artık evli bir kadınım ben. Sadece kocama aitim dedi bana.
Kabul etmedi yani...” dedi.
Bir süre sustuktan sonra devam etti, “Sen
geldin ya hanımınla. Dedin hani otelde bir adam ve
karısıyla birlikte olduk diye. Senden buna benzer bir isteğim
olacak. Şey, acaba senin hanımın benim oğlumla olsa olmaz
mı?” dediğinde sinirimden deliye döndüm. “Saçma sapan konuşma,
manyak mısın nesin?” dediğimde, “Bak, lütfen yanlış
anlama. Şey, benim oğlum çok hassastır. Yani şimdi onu
geneleve yada hayat kadınlarına götürsen onların yanında
başarılı olamazsa daha da kötü olur. Kendine güveni kalmaz
iyice. Yani, hem o tip kadınlara da güvenmiyorum ben. Her türlü pis
hastalık vardır onlarda. Oğluma geçmesinden korkuyorum!...
Senin hanımın iki çocuk anası, senden önce de uzun süren bir
evliliği olmuş. Yani bu işlerde deneyim sahibi bir kadın.
Lütfen, beni kırma. Hanımınla konuş bu konuyu. Eminim o da
kabul edecektir. Benim oğlum daha bir kadının bedenini görmedi,
yani bu işlerde tecrübesizden daha tecrübesiz. Hanımın gerçek
bir erkekle birlikte olmayacak, çekinmene gerek yok!” dedi. “Siz aileden sapıksınız!”
dediğimde gözleri nemlendi. “Ben ister miydim böyle olsun. Görmüyor musun
ne kadar çaresizim. Bu iş gizli olacak korkma, ama her şey usulüne
göre olacak!...
Nasıl desem, hani şu adamla kadın, yani sizin birlikte
olduğunuz, onların gittiği bir yer varmış Bursa’da. Hani
gidip bir eve orada herkes bir başkasının karısıyla,
kocasıyla nikâhlanıp beraber oluyormuş. Onun bir benzeri de
burada var aslında. Ama öyle ev yok. Herkes bu işi kendi evinde
yapıyor. Anlaşan karı kocalar bir evde toplanıp
nikâhlanıyor. Gece yarısından güneşin doğuşuna
kadar geçerli bir nikâh yapılıyor. Sonra da herkes odasına
çekiliyor. Eğer sen hanımını getirirsen, hemen bu gece bu
işi bitirsek, tamamlasak. Çok korkuyorum, oğlum Homo olacak diye çok
korkuyorum!” dedi.
Saçma sapan bir durumdu. Sinirimden ağzımı bıçak
açmıyordu. Nurcan, “Bak dedim ya, Melahat hanım tövbeli bu
işlere. Güvenebileceğim başka kimse yok. Bu mesele gizli olacak
korkma. Sen hanımını alıp gelsen bize, bu gece bitirsek bu
işi, olur mu?” dediğinde, sinirimden ellerimi yumruk yapmıştım.
Nurcan’ın suratına yumruğumu indirmemek için kendimi zor
tutuyordum.
Bir sigara yaktım, sinirimden delirmiş haldeydim. Sigaranın
filtresini ısırıyordum resmen. Birkaç dakika sessizce,
başımı ellerimin arasına almış şekilde
oturdum. Nurcan’a, “Kusura bakma, dediğini kabul etmiyorum!” dedim. Bunu
dediğime pişman etti beni söyledikleriyle. “O zaman bu Zekiye
meselesini karının öğrenmesi gerek. Ayrıca kadını
yarın çağırıp gebe kalması için ne gerekiyorsa
yapacağım!” dedi. “Aptal aptal konuşma!” dedim, ama o çok
ciddiydi. “Kabul etmezsen olacakları yarın görürsün!” dedi.
Açığımı biliyordu Nurcan ve şimdi onu
kullanıyordu.
Karımı aradım. “Misafirler gitti mi?” diye sordum. “Evet
gittiler. Sen ne zaman geliyorsun peki?” deyince, “Birazdan gelirim!” dedim.
Telefonu kapatıp, Nurcan’a döndüm ve “Sen kazandın!” dedim. Nurcan,
“Teşekkür ederim, merak etme karşılığını
alacaksın!” derken, ben bir şey demeden arabaya atladım.
Karımı alıp gelecektim...
[Osman]
|