Ah Bu Töreler Seks Hikayesi 92. Bölüm! (Osman 30 Y., Konya / Türkiye)
Uzun, yorucu ve sikiş dolu bir gece
geçirmiştim. Cenabet haldeydim, ama eve de gitmek istemiyordum. Onun
yerine arabada kalıp, biraz kestirmek daha mantıklıydı.
Koltuğu arkaya yatırdım iyice ve uykuya daldım. Telefonumun
çalması ile uyandım. Baktım, Şevkiye arıyordu.
“Gelmeyecek misin?” diye sordu. “Tamam, birazdan geliyorum, kusura bakma!”
diyerek kapadım. Saat 09:00’a geliyordu. 3 saate yakın uyumuştum
anlaşılan. Yağmur yağıyordu dışarda. Her
yanım ağrıyordu. Arabanın içinde üşümüştüm,
klimayı açtım.
Oraya gittiğimde Şevkiye elinde eski bir şemsiye ile
kapının önünde dikilmiş duruyordu. Siyah spor
ayakkabıları vardı ayağında. Arabaya binerken,
“Gelmeyeceksin diye korktum!” dedi. “Korkma, ne olursa olsun gelirim ben!”
dedim. Zaman geçtikçe ona karşı ısınıyordum. Hatta
ondan hoşlanmaya başlamıştım, evet doğrusu buydu.
8 çocuklu dul bir kadına ilgi duyuyordum.
Etrafımda gördüğüm kadınlara benzemiyordu çünkü.
Etrafımdakiler, yani karım, annem, Refiye, Özge ve diğerleri
gibi sürekli birbirleri ile didişen, birbirlerinin
açığını çıkarmaya çalışan, iftira atan bir
yapısı yoktu. Varı yoğu çocuklarıydı. Onun bu
(Korktum!) lafı da hoşuma gitti. Belki de o da benden
hoşlanıyordur diye düşündüm içimden. Ama 8 çocuklu bir
kadının aşka ayıracak vakti, durumu olabilir miydi
bilmiyorum.
“Ayakkabılar güzel olmuş!” dedim. Teşekkür edip, “Çok güzel
ayakkabılar, çok rahatlar hem de. Ama altları kayıyor biraz.
Herhalde yerler ıslak ya, ondandır. Büyük kızım gördü, çok
beğendi!” dedi. “Ona da alırız!” dediğimde, “Olur mu öyle
şey? Zaten sana karşı çok mahcubum!” diye
karşılık verdi. “Ne mahcupluğu, bırak bunları
şimdi. Çocuklarına da alırız birşeyler. Sen artık
benim için yabancı biri değilsin!” dedim. Başını önüne
eğip teşekkür etti yeniden, bu son söylediğimden dolayı
biraz utanmıştı.
Çok acıkmıştım. “Kahvaltı yaptın mı?” diye
sordum. “Biraz yedim yemekhanede.” dedi. “Nasıl yemekler falan, nasıl
oluyor bu yemek meselesi yurtta?” dediğimde, “Şey, kocaman
yemekhanesi var. Lokanta gibi, yemekler orada pişiyor. Yurtta kalan herkes
orada yiyor. Sabah, öğle, akşam yemek çıkıyor sürekli!”
dedi.
“Ben çok acıktım, bir şeyler yemem gerek, yoksa
bayılırım şuracıkta!” dedim gülerek.
“İşyerine gidince sana hazırlarım!” dedi. “Olmaz, güzelce
kahvaltı yapalım seninle!” diyerek bildiğim güzel bir restorana
doğru sürdüm arabayı. Haftasonları açık büfe kahvaltı
verirlerdi.
İçerisi kalabalıktı, ama gene de boş masalar vardı.
Şevkiye böyle bir yere ilk defa geliyordu. Onun için ne
yapacağını bilmiyordu. “Sen şöyle geç otur!” dedim.
Açık büfeden birer büyük tabak hazırladım. Garson
çayımızı doldururken, ben önümdeki tabağa
saldırdım adeta. Şevkiye utanıp sıkılıyordu.
Ona sürekli, “Rahat ol, ye yemeğini!” diyerek, onu rahatlatmaya
çalışıyordum.
Açık büfeden birşeyler daha almak için kalktım. O sırada
arkamdan bir kadının, “Osman Bey!” diye seslendiğini duydum.
Dönüp baktım. Bu Ayşe hanım’dı. Yani Semanur’un eski
kayınvalidesi, Dilber’in eski dünürüydü. Bir tesadüf onu burada
karşıma çıkarmıştı. O da birşeyler
alıyordu tabağına. “Nasılsınız, kaç zaman oldu!”
dedi gülümseyerek. “Evet, öyle!” dedim ben de. Bana, “Yalnız
mısınız, buyurun masamıza?” dediğinde, “Yok, bir
arkadaşımla geldim, teşekkür ederim!” dedim kibarca. “Biz de
geldik, ailece bir kahvaltı yapalım dedik. En azından buyurun
bir selam verirsiniz. Hem Özge de bizimle!” dediğinde
şaşırdım. Özge’nin ne işi vardı onlarla beraber?
Belli etmemeye çalışarak, “Ne güzel!” diyebildim.
Ayşe hanım başını koyu yeşil bir şalla
bağlamıştı genç kızlar gibi. Üzerinde ise, uzun,
kapalı ve tek parça, pileli bir elbise vardı, şalla aynı
renkte. Koyu krem renkli yüksek topuklu ayakkabı giymişti.
Masalarına uğramam için çok ısrar edince, “Tamam!” dedim.
Aslında selam verip tanışmaktan çok, Özge’yi görmek istiyordum.
Onunla göz göze gelmek, bana neden yalan söylediğini gözlerine bakıp
anlamak istiyordum. Ahmet meselesinde doğru söylemiş olsaydı
burada işi olmazdı çünkü.
Ayşe hanım önümde salına salına yürüyordu.
Ayakkabısının kalın ve yüksek topukları zemin üzerinde
'Tak, tuk!' diye sesler çıkartıyor, adım attıkça beli
lastikli elbisenin altında daha bir belirgin olan götünün
yanaklarının sallanışlarını fark ediyordum.
Oturdukları masa arka tarafta kalıyordu. Kocası, Ahmet ve Özge
ile, orta yaşlı kapalı bir kadın, bir taraftan
kahvaltısını ediyor, diğer taraftan da sohbet ediyordu.
Ayşe hanım, “Mümtaz bey, bak tanıştırayım sana,
Osman Bey, Özge’nin annesinin eşidir!” dediğinde, adam yerinden kalktı
ve “Ooo, azizim, sonunda tanışabildik, merhaba, merhaba, buyur otur
şöyle, geç!” dedi elimi hararetle sıkarak. Demek ki karısı
benden bahsetmişti ona daha önce. Yada Ahmet bahsetmişti, bilmiyorum.
Bu sırada Özge’nin suratı pancar gibi olmuştu. Ahmet’le yan yana
oturuyordu. Ahmet, “Hoş geldin Osman abi!” diyerek yerinden
doğrulurken rahattı. Mümtaz Bey masasına oturmam için çok
ısrar ediyordu, ama ben, “Kusura bakmayın, misafirim var, onu
yalnız bırakmayayım!” dedim. Nazikçe geri çevirdim bu
isteklerini.
Ayşe Hanım, “Bunu saymıyorum, borcunuz olsun!” dedi. Mümtaz beyin
yanında oturan kadın tüm bunları gülümseyerek ve sessizce
izliyordu. Ayşe Hanım, “Aa, kusura bakmayın,
tanıştırmayı unuttum, görümcem Fikriye!” dediğinde,
kadının da kim olduğunu öğrenmiş oldum. Kadın,
“Memnun oldum!” dedi başını sallayarak. Aynı şekilde
karşılık verdim.
Özge hariç hepsi ile konuşmuştum, ama Özge’nin benimle konuşacak
durumu yoktu zaten. Sadece önüne bakıyor, çatal ve
bıçağıyla oynuyordu. Ahmet Semanur’dan ayrıldıktan
sonra Özge ile çıkıyordu belli ki. Semanur’un dedikleri doğru
çıkmıştı. Özge bana, açık açık, gözlerime baka
baka yalan söylemişti. Onların yanından ayrılıp
Şevkiye’nin yanına döndüm. “Bir arkadaşı gördüm de!” dedim,
kahvaltıma kaldığım yerden devam ettim.
Şevkiye, “Çok acıkmışsın!” dedi gülerek. “Sen de bir
şeyler yesene, sen bir şey yemedin!” dediğimde yüzü
asıldı. “Ne oldu gene?” diye sordum. “Yavrularım yurt
mutfağından yerken, benim boğazımdan geçmiyor bunları
yemek!” dedi. O böyle söyleyince ben de duygusallaştım. “Tamam, sana
söz, onlarla da geliriz buraya. Müsait bir zamanda hep beraber kahvaltı
yaparız. Ama öncesinde sen de bunları yiyeceksin. Bana söz verirsen,
ben de çocuklarını buraya getireceğime söz veririm!” dedim.
Bir süre sustu. Sonra, “Bunu yapmana gerek yok!” dedi. “Hayır, içimden
geldi, yapmak istiyorum. Seni üzgün görmek istemiyorum!” dedim.
Başını önüne eğdi, sustu. Bu söylediklerimle ona
karşı hissettiklerimi açığa çıkarmış
oluyordum. Ama sözler ağzımdan kendiliğinden çıkar
olmuştu onun karşısında.
Şevkiye çatalını eline alıp
hazırladığım tabaktan yemeye
başladığında içim sevinçle doldu. Onun da bana
karşı belki benimki gibi olmasa da, birşeyler hissettiğini
anladım. Aynı tabaktan beraber yedik. Şevkiye’nin mutlu hali bir
anda bozuldu, yüzü asıldı. “Ne oldu gene?” diye sordum, “Özge bu
tarafa bakıyor!” dedi fısıltıyla.
Dönüp baktım. Özge bir taraftan açık büfeden bir şeyler
alıyordu tabağına, bir taraftan da bizim masaya bakıyordu
ara ara. Yüzünden düşen bin parçaydı, ama aynı zamanda ne kadar
sinirli olduğu da belli oluyordu. Bunun sorumlusu kendisiydi. O nedenle
hiç istifimi bozmadan kahvaltıma devam ettim.
Şevkiye ise yemeyi bıraktı. Başını önüne
eğdi, “Bizi görmesi doğru değil, nerden çıktı bu
kız, niye geldik buraya?” dedi. “Niye doğru değil, sen yesene
şunları!” dedim, ama dinletemedim. “Sen onun annesiyle evlisin,
şimdi beni senin yanında görürse gider annesine söyler, kötü olur!”
dediğinde güldüm. Bana, “Niye gülüyorsun?” diye sorunca da, “Derdin bu
muydu senin? Boş ver, söylemez o annesine bir şey!” dedim. Ama Şevkiye
bu söylediklerime pek inanmamış gibiydi.
Kahvaltı bitiminde, hesabı ödedim, çıktık
dışarı. Yağmur biraz daha şiddetli yağıyordu
şimdi. Koşar adımlarla ıslanmamak için yürüdük arabaya
doğru. Ama bir aksilik herşeyi berbat etti. Şevkiye’nin
giydiği spor ayakkabılar ıslak zeminde kayınca Şevkiye
yanıbaşımda yüzükoyun yere düştü.
Ben ne oluyor demeye kalmadan, küçük bir su birikintisinin içine
düşmüştü. Üstü başı su ve çamur içinde
kalmıştı. Ama daha kötüsü ayak bileğini burkmuştu.
Acı içinde kıvranıyordu. Koltuk altlarından tutarak
kaldırdım. Seke seke yürüyordu. Koluna girdim, o da kolumu tutuyordu
sıkı sıkı. Yanak yanağaydık nerdeyse.
Düşmemek için sıkıca tutunmuştu bana.
Ön koltuğa oturttum. Sağ ayak bileğini burkmuştu. Sol
ayağını arabaya atmıştı ama sağ
ayağını atamıyordu. Eğildim, nazikçe tuttum
bileğinin üst kısmından, “Hadi biraz kaldır
ayağını, ha gayret!” diyerek cesaretlendirmeye
çalıştım. Sonunda zor da olsa sağ ayağını da
koymuştu arabaya.
Arabayı çalıştırdım. “Hastaneye gidiyoruz!”
dediğimde, “Ne hastanesi, gerek yok hastaneye falan!” dedi. “Olur mu, film
çekerler, bakarlar, ne var ne yok diye!” dediysem de, o gene, “Hastaneye gitmek
istemiyorum!” diyordu. “Niye istemiyorsun, bak ayağında
kırık falan olmasın sonra!” dediğimde, “Kırık
değil bu, sadece incittim. Kırık olsa acıdan duramam,
anlarım, incinme bu sadece. İşe gidelim, hastaneye gerek yok!”
dedi. “Emin misin?” diye sordum, “Evet, işe gidelim, zaten sana yeterince
sıkıntı verdim!” dedi mahcup bir halde.
Ama işe gitmeden önce kendisine yeni giysiler almamız gerekliydi.
Kenara park ettim. Yolun karşısında bir mağaza vardı.
Şevkiye, “Niye durdun?” diye sorunca, “Şu haline baksana,
birşeyler alalım sana üst baş!” dedim. “Olur mu, ne gerek var,
yıkarım ben bunları. Geçen gün bir dünya para harcadın
zaten!” deyince, “Bırak şimdi parayı marayı!” dedim
sinirle.
Ama Şevkiye arabadan inebilecek gibi değildi. Onun yerine ben
alacaktım birşeyler. “Kaç beden giyiyorsun?” diye sordum,
“Bilmiyorum...” dedi. “İyi, tamam!” diyerek arabadan indim, yolun
karşısına geçip, mağazaya girdim. Küçük bir
mağazaydı, hem tezgâhtar hem de kasiyer olarak sadece genç bir
kız vardı. İş başa düşmüştü. Ona
uyabileceğini düşündüğüm birşeyler almam gerekliydi.
Kıza, “Afedersiniz, ben eşime birkaç parça birşeyler
alacağım!” dedim. Şevkiye’den eşim diye bahsetmeyi
düşünmemiştim hiç, o anda öylece çıkmıştı
ağzımdan.
“Buyurun, elbette!” dedi kız kibarca. “Eşim aşağı
yukarı 1.70 boyunda. Ona göre güzel bir pardesünüz var mı?” diye
sordum. “Bakalım!” dedi kız ve askıda duran pardesülerin
yanına gitti. Bedenlerine bakmaya başladı. Bir iki model
gösterdi, ama ben beğenmedim. Koyu mavi bir pardesüyü gösterdim ve “Bu
olur mu ona acaba?” dedim. “Olur, güzel de olur!” dedi kız. “Birkaç da
şal ve eşarp istiyorum!” dediğimde, kız camekânın
altındaki modelleri gösterdi. Hoşuma giden birkaç tanesini
aldım.
Kız benim yağlı bir müşteri olduğumu
anlamıştı. Hiçbirinin fiyatını sormuyor, “Tamam,
alıyorum!” diyordum sadece. Kız, “Çok güzel eteklerimiz,
elbiselerimiz, etek pantolonlarımız var!” dediğinde, “Tamam, onlara
da bakalım!” dedim. Şevkiye’nin güzel giyinmesini istiyordum çünkü.
Kız diğer taraftaki askılardan birinin önüne geçip tek tek
Şevkiye’ye olabileceğini düşündüğü modelleri göstermeye
başladı. “Eşinizin basenleri büyük mü?” diye sorunca
şaşırdım, “Efendim anlamadım?” dedim. Kız,
“Şey yani, basenleri, geniş mi?” dedi eliyle
aşağıyı işaret ederek. Yani (Götü büyük mü?) demek
istiyordu.
“Normal!” dediğimde, kız, “Hığmm, o zaman şunlar
olabilir...” diyerek birkaç etek gösterdi. Her biri güzeldi. Hangisini alsam
diye düşünürken, kız, “Uygun fiyata yaparım hepsini
alırsanız eğer!” dedi. “İyi, tamam, alıyorum!”
dediğimde kızın yüzü güldü. Belki de bir günlük
satışını toptan yapmıştı bana.
Kız aldıklarımı torbaya koyarken, “Eşinizin başka
ihtiyaçları varsa onlardan da verebilirim?” dedi. O kadar şeyin
üzerine ayrıca satış yapmak istiyordu. “Gömlek, bluz falan var
mı?” diye sordum. “Var tabii!” dedi kız gülerek. Birkaç gömlek ve
bluzu tezgahın üzerine koydu. Hepsi de güzeldi. “Uygun beden hangisiyse
ondan olsun!” dediğimde, kız, “Eşiniz kilolu mu?” diye sordu.
“Biraz, yani normal sayılır...” dedim. Kız bedenlerine
baktı tek tek, “Bunlar olur!” diyerek bazılarını
ayırdı. Onları da torbaya koydu.
Şevkiye’nin ayağındaki çoraplarının da
ıslandığını fark etmiştim. O nedenle, “Birkaç
tane de külotlu çorap istiyorum...” dedim. Kız çorap paketlerini
çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. Renk renk, desen desendi bunlar
da. İçlerinden hoşuma giden birkaç tanesini aldım. Kız
bunları da koydu torbaya.
Kız, “Başka şeyler de ister misiniz?” dediğinde, “Ne
mesela?” diye sordum. Başka ne alacağımı bilmiyordum çünkü.
Dükkânda bizden başka kimse yoktu, buna rağmen kız, “İç
çamaşırı gibi!” dedi alçak sesle. Bunu söylerken
utanmıştı. Ama sonuçta satış yapıyordu, bu sayede
ekmek yiyordu.
Kalkıp Şevkiye’ye sutyen, külot almamın bir anlamı
olmazdı. Kıza, “Gerek yok, sağ olun!” dedim. Ama kız,
“Şey, siz bilirsiniz, ama mallarımız özeldir!” dedi. Ne demek
istediğini anlamadım önce. Kız, “Bir görün önce, sonra
isterseniz yine almazsınız!” dedi. Kız bana zorla iç
çamaşırı satmaya çalışıyordu. “İyi, tamam!”
dedim.
Bunun üzerine kız dükkânın kapısını kapattı önce,
sonra tezgâhın alt tarafına eğildi ve oradan kartondan büyük ve
kapalı bir kutu çıkarıp tezgâhın üzerine koydu.
Ardından kutunun kapağını kaldırdı, kutunun
içinde iki göz vardı. Sağdakinde sutyenler, soldakinde ise külotlar
vardı. Ama bunlar öyle pazarlarda satılan ucuz, beyaz, pamuklu
şeyler değildi. Karıma aldığım türde seksi
tangalar, ip külotlar, dantelli külotlar, sutyenlerdi. Kızın (Mallarımız
özeldir!) derken demek istediği buydu demek ki.
Kız, “Mallarımız kalitelidir, eşiniz memnun kalacaktır!”
diyerek her birini tek tek gösteriyordu bana. Kızın yüzü
kızarmıştı bunları gösterirken, ama satış
yapmanın derdindeydi sonuçta. O esnada yarağımda bir hareketlenme
olmaya başladı. Kızın gösterdiği ip külotları,
tangaları, sutyenleri Şevkiye’nin giydiğini hayal ediyordum.
Hayatta giymezdi böyle şeyler, ama dayanamayıp gene de almak istedim.
Kız bir taraftan bunları gösterirken bir taraftan da gözü
kapıdaydı. Gelebilecek bir müşteriden çekiniyordu.
Dışardan küçük bir mağaza gibi görünen bu yerde ne hazineler
varmış meğerse.
Kıza, “Siz ne tavsiye edersiniz?” diye sordum. Kız bana bakmadan, “Sizin
ve eşinizin tercihine bağlı!” dedi. Suya sabuna dokunmayan bir
cevaptı, ama sonra, “Ben şunu tavsiye ederim!” diyerek bir ip külotu
gösterdi. Önü siyah dantelliydi. Onun yanına siyah dantelli bir sutyen
koydu. Belki de kendisi de bundan giyiniyordu dedim kendi kendime. Ama böyle
bir şey Şevkiye için fazla kaçardı.
Ben, “Şunları alıyorum...” diyerek birkaç tanesini kenara
ayırdım. 3 tane şeffaf dantelli külot ve 3 tane de
aynısından sutyendi istediklerim. Kız kutuyu aceleyle
kapatıp yeniden aşağı koydu.
Ayırdıklarımı paketlemeye başladı. Kıza, “Bu
tip satışınız oluyor mu çokça?” dediğimde, “Sizin gibi
erkek müşterilerimize nadiren oluyor, ayda yılda bir ancak. Ama
kadın müşterilerimiz çokça alırlar bizden. Normal bir iç
çamaşırı mağazasından almaya utanacakları
şeyleri gelir bizden gizlice alırlar!” dedi. Kadınlar
anlaşılan kendilerini kocalarına güzel göstermek için her yolu
deniyordu. Kız iç çamaşırı paketini küçük bir poşete
koydu önce, sonra da diğer torbalardan birinin içine soktu aceleyle. Sanki
dışardan birinin görmesini istemiyor gibi davranıyordu.
“Sizde ayakkabı da var mı? 40 numara?” dediğimde kız
şaşırdı. “Kendinize mi?” diye sordu. “Hayır, eşim
için!” dedim. Kız, “Haa, yok maalesef. Birkaç modelimiz var ama 40 numara
yok!” dedi. “Peki öyleyse!” diyerek aldıklarımın
parasını ödedim. Epey bir tutmuştu. Ama Şevkiye için
alıyordum sonuçta, o nedenle sıkıntı yapmadım bunu.
Torbaları arka koltuğa koydum. Şevkiye, “Neler aldın
böyle?” dediğinde hepsini kendisine aldığımı
anlamamıştı. Karıma da aldığımı
zannetmişti, ama yanılıyordu. İşyerine
geldiğimizde, “Üstün başın çamur içinde, şu aldıklarımı
giyin istersen?” dediğimde anladı durumu. “Bunların hepsini bana
mı aldın?” dedi şaşkınlıkla. “Evet, itiraz etme!”
dedim. Şevkiye başka bir şey demedi, ama benim kendisine bu
kadar ilgi göstermemden hoşlanmış mıydı, rahatsız
mı olmuştu anlayamadım.
Ayağı biraz olsun iyiydi şimdi. Kendi başına geçti
içeri seke seke yürüyerek de olsa. Ben torbaları mutfağa koydum, “Sen
giyin!” diyerek kapadım kapısını mutfağın. O da
arkadan kilitledi. Çalışanlar çoktan gelmiş işlerinin
başındaydı. Yazıhaneme geçtim. 20 dakika kadar sonra
Şevkiye üzerinde ona aldığım mavi pardesü ile girdi içeri.
Başını da kırmızı bir şalla
bağlamıştı, şal ona ayrı bir hava vermişti.
Kahvemi masama bırakırken ona baktım, “Çok güzel olmuş!”
dedim.
Pardesü güzeldi, ama biraz dar gibiydi. Düğmelerini zorlukla
iliklemiş gibi görünüyor, memeleri daha bir şişkin duruyordu.
“Dar mı kaldı yoksa?” dediğimde, “Yok, çok güzel, çok rahat!”
dedi. Çok sevmişti anlaşılan. O sevdikten sonra dar
kalmasının önemi yoktu. “Çok güzel olmuşsun. Daha güzellerini de
alırım sana!” dediğimde bir şey demeden çıktı.
Yanakları pembeleşmişti çıkarken. Kadına ilanı
aşk etmediğim kalmıştı.
Cumartesi olduğundan öğlene kadar çalışıyorduk. Özge
zaten yoktu. Diğerleri de saat 14:00’e gelirken tek tek beni tebrik ederek
çıktı. Nikâh aile içinde olacağından onlar gelmeyecekti.
Şevkiye mutfakta kalan bulaşıkları yıkıyor,
oraları toparlıyordu. Götü pardesünün altında
çıkıntı yapmıştı. Beni görünce ciddi bir yüz ve
sesle, “Az bir işim kaldı!” dedi. “Tamam, sen devam et!” dedim.
Yazıhaneme geçtim.
Yüzündeki bu ciddiyetin sebebi neydi? Acaba iç çamaşırı paketini
ve içindekileri mi görmüştü? Durup dururken bir çuval inciri berbat
etmiştim belki de. Hiçbir şeyim olmayan bir kadına seksi iç
çamaşırları almıştım. Vereceği tepkinin ne
olacağını düşünmemiştim.
10 dakika kadar sonra tuvalet kapısının sesi geldi. Hemen
çıktım, Şevkiye tuvalete girmişti. Fırsat bu
fırsat diyerek mutfağa geçtim. Aldıklarım kapının
yanında duruyordu. Torbaları karıştırmaya
başladım. İç çamaşırı paketinin hangisinde
olduğunu bilmiyordum. Tek tek baktım torbalara. Sonunda
çıkardığı kıyafetleri koyduğu torbada gördüm.
Ancak şaşkınlık yaşadım. Kâğıt paket
yırtılmış, açılmıştı. Şevkiye
görmüştü çamaşırları. Şimdi ne yapacaktım? O
sırada beyaz bir şey gözüme ilişti. Bu ne böyle dedim. Elime
aldığım şey Şevkiye’nin beyaz, pamuklu külotuydu...
[Osman]
|