Ah Bu Töreler Seks Hikayesi 111. Bölüm! (Osman 30 Y., Konya / Türkiye)
Şaheser
anne benden fazla tedirgin olmuş hatta korkmuştu. “Kim bu yavrum,
Özlem mi yoksa?” derken, “Dur bakalım, kimmiş...” dedim ve yataktan
fırladım. Doğrusu sabahın bu saatinde hem de evden kim arar
diye ben de merak ediyordum. Annem veya karım olmasına pek ihtimal
vermiyordum.
O heyecanla giyinmeye bile fırsatım olmamıştı.
Karşıdan kimin sesi gelecek diye büyük bir merak ve telaş
içinde, “Efendim?” dedim. Yanıt olarak, “Alo Osman, sen misin, benim
Zekiye. Ayfer rahatsızlandı, doktora gitmemiz gerek, sen
gelebilir misin?” diyen telaşlı ama buyurgan sesi geldi Zekiye’nin.
“Ne oldu, neyi var? Sedat nerde?” dediğimde, “Sedat yok, İstanbul’a
gitti dün. Ben de buraları bilmiyorum, gelsene hemen götürelim doktora,
kız kıvranıp duruyor dün geceden beri!” dedi. “Tamam, geliyorum
hemen!” dedim ve kapadım telefonu.
Şaheser anne de bu sırada çırılçıplak bir halde
salona, yanıma gelmişti. “Ne oldu yavrum, kim o? Özlem’e mi bi
şey olmuş, kızlara mı, ne oldu yavrum?” dedi korkuyla. “Yok
yok, bir arkadaş. Kızı hastalanmış, arabayla hastaneye
götürmemi istiyor. Benim çıkmam gerek, sen halledebilir misin
buraları?” dedim.
“He, sen git yavrum, sen git, bekletme insanları, sağlık bu...
Ben ederim her bi şeyi, sen git yavrum...” dedi yanıt olarak. Hemen
banyoya girdim ve şofbeni açtım, sıcak suyun altına girip
yıkanmaya başladım. Zekiye ve Ayfer’in karşısına
cenabet halde çıkamazdım. Aynı zamanda gecenin yorgunluğunu
bir nebze olsun üzerimden atmak istiyordum.
Ben yıkanırken Şaheser anne de banyoya geldi. Klozete oturur
oturmaz şiddetli bir osuruk sesi çınlattı banyoyu. Hemen
ardından da yoğun ve şiddetli bir halde işeyip sıçmaya
başladı. Yanında ben varken işeyip sıçmaktan
utanmıyor, çekinmiyordu. Şaheser annenin göt deliğinden
yayılan osuruk kokusu banyonun içini doldururken yıkanmam
bitmişti. “Kapatma yavrum o zıkkımı, ben de
yıkanayım...” dedi heyecanla ve oturduğu klozetten kalktı.
Tabii kalkarken de sifonu çekmemişti. Yoğun ve şiddetli
sıçmasının izleri klozetin içini kaplamıştı.
Aynı dün geceki gibi kalın ve uzun bir kaka
bırakmıştı Şaheser anne. Sifonu üst üste birkaç kez
çektiğimde anca gidiverdi. Kayınbabamın, Şaheser annenin
ifadesiyle kol gibi yarağıyla, karısını götünden epeyce
siktiğinin kanıtıydı bu kalın ve uzun kaka. Gerçi
götüne sadece yarağının kafasının girdiğini
söylemişti Şaheser anne. Kayınbabamın sadece
yarağının kafası onun bu kadar kalın ve büyük
sıçmasını sağlıyorsa, dediği gibi tamamı
girse Şaheser annenin götünü patlatması işten bile değildi.
Ve o göte kayınbabamın ve dayımınkinden sonra benim
yarağım girmişti bu gece.
O böyle deyince şofbeni açık bıraktım.
Yıkandıktan sonra nasıl kapatacağını gösterdim.
“Tamam yavrum, ben hallederim, sağ ol...” diyerek sıcak suyun
altına girdi Şaheser anne ve yıkanmaya başladı.
Banyodan çıktım ve aceleyle kurulanıp giyindim. Bir taraftan da
karnım açlıktan zil çalıyordu. Annemin gece verdiği kavanoz
ilişti gözüme. Zaten aç karnına yememi söylemişti. Birkaç
kaşık yedim hemencecik. Daha önce yediklerime hiç benzemeyen, hafif
ekşimsi, çok yoğun ama çok da şekerli olmayan bir tadı
vardı. İçinde pek çok kuruyemişin ve meyvenin tadı var
gibiydi. Tadı çok hoşuma gittiğinden birkaç kaşık daha
yedim.
Refiye’nin laptopunu ve çantasını topladım çabucak. Yatak
odasına mı koysam diye düşündüm önce, ama sonra yanıma
almanın en doğrusu olacağına karar verdim. Evden
çıktığımda saat 08:30 olmuştu. Pazar
sabahıydı, üstüne hava da kapalı ve yağmurlu
olduğundan yollarda pek kimseler yoktu. Kısa sürede ulaştım
binanın önüne.
Zekiye’yi aradım. “Ben geldim, hadi gelin, bekliyorum...” dedim, ama
Zekiye, “Sen gel Osman, toparlanalım, yardım et bize...” dedi. Acaba
Zekiye yine bir oyun mu oynuyordu yoksa? Meraklı adımlarla
çıktım merdivenleri. Emine’nin kapısının önünde bir
çift kadın ve çocuk ayakkabısı vardı. Misafirleri mi var
acaba diye düşündüm.
Sedat’ın dairesinin zilini çalarken halen daha acaba Zekiye yalan mı
söylüyor diye düşünmeden edemiyordum. Kapıyı Zekiye açtı,
yüzündeki ifadeyi görünce yalan söylemediğini, oyun
oynamadığını anladım. Epey üzgün ve yorgun olduğu
anlaşılıyordu bakışlarından.
Başını gelişigüzel bağlamıştı arkadan
beyaz bir başörtüsüyle, uzun ve bol siyah bir etekle, kalın ama
üzerine biraz dar gelen pembe bir kazak giymişti.
İçeri geçtim, kapıyı kapatırken, “Nerdesin sen, dün gece de
aradım, sabah kaç kere aradım açmadın. Ben de mecbur kaldım
evden aradım!” dedi telaşla. O ana kadar düşünemediğim
şey o böyle söyleyince geliverdi aklıma. “Ev telefonumu nerden
aldın?” diye sordum. “Sen cebini açmayınca Aysel hoca diye biri var,
onu aradım, ondan aldım!” dedi. Bilmiyorum neden, böyle söyleyince
biraz korktum. Aysel’le arasındaki mesele devam mı ediyordu yoksa?
Aysel Zekiye’yi başından savacağını söylerken bana
yalan söylemişti besbelli. Bunun için Nurcan’a 2.000 lira vermiştim.
Gerçi Zekiye ile sikiştiğimin duyulmaması için sus payı
niteliği de vardı o paranın.
Zekiye içeri geçerken ben de koltuklardan birine oturdum. İçerisi
havasız ve sıcaktı, perdeler halen çekili olduğundan
hafiften de karanlıktı. Etraf ise dağınıktı.
Zekiye’yi domaltıp siktiğim masanın yanındaki
sandalyelerden birinin arkasında lacivert bir tayt ile ince, siyah bir
külotlu çorap asılı duruyordu. Karşımdaki kalorifer
peteğinin üzerinde ise birkaç tane kadın külotu ve sutyeni
vardı. Külot ve sutyenlerden biri pembe benekliydi. Acaba Zekiye mi yoksa
Ayfer mi giyiyordu bu sutyen ve külotu? İçerden konuşma sesleri
gelirken cep telefonumu çıkardım.
Telefon halen sessizdeydi, açmayı unutmuştum. Zekiye sabahın
erken saatlerinden itibaren peş peşe aramıştı
dediği gibi. Bununla beraber karımın ve Refiye’nin de
aradığını gördüm. Aysel de 2 kez aramıştı.
Acaba Zekiye için mi aramıştı, yoksa başka bir mesele mi
vardı? Eğer ikincisi ise bunun pek de hayırlı
olmadığını tahmin ediyordum.
Bu arada yediğim macun etki etmeye başlamıştı sanki.
İçim enerjiyle dolmuş gibi kendimi zinde hissediyordum. Gözüm ara ara
peteğin üzerindeki benekli sutyen ve külota takılıyordu. Az
sonra içerden Zekiye geldi ve sandalyenin arkasındaki taytla külotlu çorabı
aldı bakışlarım arasında. Ardından peteğin
üzerindeki sutyen ve külotları topladı, “Kusura bakma etraf
dağınık, dün geceden beri kızla ilgilendim,
toplayamadım...” dedi ve yeniden içeri geçti.
On dakika kadar sonra Ayfer annesinin koluna girmiş halde salona geldi.
Zekiye çorapsız ayaklarına o külotlu çorabı giymişti
anlaşılan. Başındaki beyaz başörtüsünü
çıkartmış yerine parlak yeşil renkli bir türban
bağlamıştı. Uzun siyah bir pardesü giymişti
ayrıca. Ayfer’in hasta olduğu her halinden belliydi. Yüzü kızarmış
ve terlemişti, elleriyle karnını tutuyordu. Ayfer’in yüzündeki
kızarıklık beni görünce daha da arttı sanki. Gözlerini
benden kaçırıyordu.
Merdivenlerden inerken bir sürprizle karşılaştım. Emine
kapısının önünde bir kadınla konuşuyordu, Hacer’di bu.
Hacer’in yanında 9-10 yaşlarında bir kız vardı. Emine
ve Hacer’in yeniden görüştüklerini bilmiyordum. İkisi birden beni
görünce neye uğradıklarını şaşırdılar,
ama yanımda Zekiye ve Ayfer olduğundan bir şey diyemediler.
Emine başına siyah bir başörtüsü örtmüş ama
bağlamamıştı. Beni, daha doğrusu Zekiye’yi görür
görmez hemen çenesinin altından bağladı sıkıca.
Emine’nin altında sarı, uzun bir etek vardı, üzerine ise ince,
beyaz bir kazak giymişti ve kazağın altından sutyeni belli
oluyordu. Hacer ise uzun ve bol gri renkli bir pardesü giymiş,
başını da büyükçe renkli bir türbanla
bağlamıştı.
Yanlarından geçerken Hacer kenara çekildi, Emine, “Hayırdır
abla, ne oldu?” diye sordu. Zekiye, “Bizim kız rahatsızlandı dün
gece, sağ olsun Osman evladıma rica ettim, şimdi hastaneye
gidiyoruz...” dedi sinirli bir ses tonuyla. Aşağıya
indiğimizde yağmur biraz daha şiddetini
artırmıştı, arabaya gidene kadar ıslandık.
Arabaya bindiğimizde, “Hayırdır, kadına niye öyle sert
konuştun?” diye sordum. Mutlaka bir sebebi olmalıydı. Zekiye, “Sen
boş ver şimdi kadını falan, hadi gidelim hastaneye!” dedi
eliyle işaret yaparak.
“Nereye gidelim, devlete mi, yoksa özele mi?” diye sorunca, “Devlete gitsek
adam gibi bakmazlar, en iyisi özele götür bizi!” dedi Zekiye. İlerlerken
telefonum çaldı, annemdi arayan. “Nerdesin oğlum sen, nikâhın
olacak akşama, araba lazım, sen dışarlarda geziyorsun!”
dedi sinirle. Ardından, “Baban taksi ayarladı, biz Şaheser
ablayla beraber Refiye’nin evine gidiyoruz. Sen daha sonra bizim
Şefika’yla Fatma’yı getirirsin!” dedi. Arkadan babamın sinirli
sesi geliyordu, “Eşşoleşşek sanki benim nikâhım olacak
akşama...” diye. “İyi, tamam!” dedim ve kapadım telefonu.
Yakınlardaki bildiğim bir hastanenin aciline girdik, Ayfer’i bir
odaya aldılar hemen, Zekiye de beraberinde girdi. Genç bir kadın
doktor ve hemşire de peşlerinden girdi ve kapıyı
kapattılar. Birkaç dakika sonra doktor çıktı ve “Zehirlenme gibi
görünüyor, birkaç tahlil yapmamız gerekli. Gerekirse midesini de
yıkayabiliriz. Siz eşinizin kayıt işlemlerini yapın
hemen!” dedi ve elime bir kâğıt tutuşturup gitti.
Doktor ayaküstü Ayfer’i karım yapmıştı. Kayıt
yaptırmak için Ayfer’in kimliğini istedim Zekiye’den, ama o
telaşla ne kimliğini ne de cüzdanını almıştı
yanına. Görevli kız, “Kayıt için hastanın kimliği
gerekli... Neyse, ben şimdilik ismiyle açıyorum
kaydını, ama kimliğini gün içinde getirmeniz lazım mutlaka.
Yoksa sigortadan yararlanamazsınız!” dedi. “Tamam, siz yapın
kaydını, ben getiririm kimliğini, acele çıktık evden,
almayı unuttuk...” dedim.
Zekiye, “Allah senden razı olsun, sen de olmasan ne ederiz kadın
başımıza burada!” dedi. Ardından, “Sen bekleme istersen,
işlerin vardır. Bizim ne zaman çıkacağımız belli
değil. Gerisini ben hallederim, sen buraya kadar getirdin ya yeter...”
diye devam etti. “E, kimlik ne olacak, onu getirmemiz lazım!” deyince, “Haa,
bak onu unuttum ben...” dedi şaşırmış gibi.
“Ben beklerim, sen merak etme beni, sen kızla ilgilen yeter ki!” dedim.
Duygulandı, ellerimi avuçladı sözlerim karşısında ve
hararetle sıktı. Daha birkaç gün önce deli gibi sikiştiğim
kadın şimdi kızı için bana dua ediyordu. Ayfer’in
rahatsızlığı birkaç gün önce
yaşadıklarımızı unutturmuştu o anda.
Yanındaki Ayfer ise yüzüme bakmaya dahi utanıyordu. Yine de gözlerini
kaçırarak da olsa, “Allah razı olsun!” demeyi unutmadı.
Zekiye Ayfer’le beraber koridorun sonuna doğru ilerlerken ben de kantine
geçtim. Yediğim macun fazlasıyla enerji verdiyse de halen karnım
açtı. Bir tost söyleyip çay aldım. Cep telefonumu çıkardım.
Karımı aradım, birkaç kez çaldıktan sonra açıldı
telefon. Hem gece hem de sabah erkenden aramıştı. Telefonu
açmadım diye ilk başta sitem dolu gelen sesi sonradan
yumuşadı. “Nasıl gidiyor?” diye sordum. “Ne olsun, çok yorulduk
ama değdi!” dedi fısıldayan bir sesle. Kocası akşama
başka bir kadınla evleneceği halde bu şekilde konuşmasını
ilk önce garip karşıladım, ama sonra hoşuma gitti. Refiye
ile araları iyiydi belli ki.
Ona gece vakti annemle arasında geçenleri sormadım. Durduk yerde
mesele yaratmak istemiyordum. “Bizim elbiseler evde, sen onları getirir
misin yoksa ben kızları mı göndereyim?” deyince, “Ben
hallederim. Sen kimseyi gönderme!” dedim. Telefonu kapatırken yine
fısıltıyla, “Seni çok seviyorum!” deyince dudaklarımdan, “Ben
de!” sözü çıktı. Kim bilir konuştuğum sadece karım
değil aynı zamanda dayımın kızıydı...
Tostumu ve çayımı bitirdikten sonra bu kez Refiye’yi aradım.
İlk aramamda açılmadı, bir dakika geçmeden yeniden aradım.
Bu kez açıldı, açılır açılmaz da, “Alo
aşkım, nasılsın?” dedim. Önce kısa bir duraksama oldu,
ardından, “Şey, merhaba Osman bey, ben Emel, Refiye’nin yengesi...”
diyen bir konuşma oldu. Baltayı taşa vurmuştum. Telefonu
açanı Refiye zannetmiş ama yanılmıştım. “Çok özür
dilerim, pardon, kusura bakmayın!” derken “Estağfurullah, siz kusura
bakmayın, telefon iki kere çalınca acaba önemli bir şey mi oldu
diye ben açtım... Şey, Refiye banyoda şu an, çıkınca
söylerim arar sizi...” dedi. Çok kibar ve nazik, kelimeleri seçerek tane tane
konuşuyordu. “Teşekkür ederim!” diyerek kapadım telefonu.
Aramalarına cevap vermediğim bir tek Aysel kalmıştı,
ama onu da aramak istemiyordum. Ne diyeceğinden çekiniyordum çünkü.
Çoğunlukla bir mesele olunca arardı ve şimdi de öyle bir
şey varsa tam da nikâhımın olacağı günde bunu
çekemezdim. Bir çay daha aldım ve dışarı çıkıp
brandanın altına girdim. Yağmurun yağmasını
izledim bir süre. Derken yanıma biri geldi ve çıkarıp bir sigara
yaktı. O ara benim de canım sigara çekti, ama aceleyle
çıktığımdan sigara almamıştım yanıma.
Utana sıkıla adamdan bir sigara rica ettim. Adam, “Ne demek!” dedi
kibarca ve paketi uzatıp ardından sigaramı yaktı.
Havadan sudan konuşmaya başladık. “Benim de ufaklık
hastalandı, üşütmüş herhalde, bi iğne yaptılar,
anası yanında şimdi...” dedi. Benim niye geldiğimi sorunca,
az önce doktorun başlattığını devam ettirdim. “Benim
de hanım hastalandı...” dedim. Konuşma ilerledikçe adamın
Kübra hanımların sahibi olduğu marketlerden birinde
çalıştığını öğrendim. “Marketin sorumlusuyum
ben. Müdür değilim, ama en az müdür kadar sözüm geçer... Ben eski
çalışan olduğum için bana özel sigorta yaptılar mesela,
normalde yapmazlar. Evde kim hastalansa bu hastaneye getiririm, tek kuruş
para da vermem...” dedi övünerek. Çalıştığı firmadan
çok memnundu.
Gıda toptancısı olduğumu söylediğimde küçümsedi, “Biz
fabrikalarla, büyük yerlerle çalışırız, öyle seninki gibi
küçük yerlerden mal almayız pek...” dedi. Adam bütün işin patronu
olarak kendini görüyor gibiydi. Aynı zamanda geveze biriydi. Ama o
gevezeliği bana epey bilgi kazandırdı. Ben bir şey sormadan
konuşmaya başladı.
“Bizim patronların asıl işi müteahhitlik, yurtiçinde,
yurtdışında inşaat işleri yapıyorlar. Böyle büyük
işler, ihaleler falan alıyorlar. Bu market inşaat işinin
yanında ufak kalır... Tekstil işiyle
uğraşıyorlar, mağazaları var. Kadın elbiseleri
falan yapıyorlar, yurtdışına mal gönderirler
devamlı... Nakliye işleri de var ayrıca, bir sürü kamyonları,
tırları var. Vızır vızır
çalışıyorlar... Şimdi de otel işine girdiler,
Antalya’da, Muğla’da falan otel aldılar birkaç tane. Hatta geçen ay
bedavadan bir hafta tatil yaptım Antalya’da!” dedi dişlerini göstere
göstere gülerek.
Adam bahsettiği mağazanın adını da söylemişti.
Demek karımla Refiye’yi götürdüğüm ve eşek yüküyle para
verdiğim mağaza da aslında Kübra hanımlarındı.
Onu ve annesini orada gördüğümde alışverişe gelmişler
diye düşünmüştüm, ama gerçekte kendi mağazalarına
geldiklerini bilmiyordum.
“Kaç patronunuz var ki?” diye sordum saf görünmeye çalışarak. Adam
keyifli keyifli, “Bizim asıl, en büyük patron Durmuş amcadır,
Durmuş bey... 8 çocuğu var. Oğulları işlerin
başında, kızlarını pek bulaştırmaz, onlar
daha çok vakıfla ilgileniyorlar...” dedi ve benim de bildiğim
Şevkiye’nin kaldığı yurdun adını, adresini verdi.
“Bütün çocukları işin bir ucundan tutuyor. Öyle olunca böyle
dallanıp budaklanıyorlar. Durmuş amcanın kardeşleri,
onların çocukları da var, ama onların işleri ayrı,
onlar da çok zengindir ayrıca...” diye ilave etti.
Çalıştığı marketin adresini söyledi, “Yolun
düşerse gel bir çayımı iç, muhabbet ederiz. Seni bizim müdürle
de tanıştırırım, belki bakarsın senden mal da
alırız!” dedi gülerek ve ardından içeri girdi. Oysa patronunun
kızıyla tanıştığımı, onlarla iş
yaptığımı bilmiyordu. Kübra Hanım ve ailesi
sandığımdan çok daha zengindi. Dün gece babamın
anlattıklarını dinleyince epey zengin olduğunu düşünmüştüm,
ama şimdi adamı dinleyince Kübra hanımın zenginliği
gözümde daha da büyüdü.
O sıra telefonum çaldı, Zekiye arıyordu. “Nerdesin, gelsene!”
dedi ve Ayfer’i yatırdıkları odanın numarasını
verdi. Ayfer’i bir üst katta tek kişilik bir odaya
almışlardı. Kapıyı tıklatıp girdim içeri.
Ayfer yatakta yatıyordu, koluna serum takmışlardı. Zekiye
yatağın yanındaki ikili koltuğa oturmuştu, “Tahliller
iyi çıkmış dedi doktor. Midesini yıkamaya gerek
yokmuş. Serum verdiler, ilaç kattılar içine!” dedi Zekiye.
“Nasıl oldu böyle?” diye sordum. Bu kez cevabı Ayfer verdi. “Dün
akşamüstü yemek yedik. Tavuk yapmıştım önceki gün. Dün de
onu yedik. Meğerse bozulmuş. Ondan oldu, tavuktan...” dedi. Ayfer’in
bu sözleri üzerine Zekiye tavuğu aldığı kasaba ve sahibine
epey ağır küfürler savurdu. Zaten ağzı bozuk bir
kadındı. Ayfer, “Anne, lütfen, çok ayıp, Osman burada...” derken,
Zekiye, “Canım o da benim bir oğlum, ondan mı utanacam!” dedi.
Ayfer yorgundu, ara ara gözlerini kapıyor, uykuya dalar gibi oluyordu. Bu
sırada ince, uzun kirpikleri, göz kapakları devamlı oynuyordu.
Başı açıktı, siyah uzun saçları
yastığın üzerine yayılmış, başının
etrafını bir hale gibi kaplamıştı. Normalde
karşımda bu şekilde başı açık durmazdı bir
saniye bile olsa. Ama şimdi hasta yatağında yatarken bunu
düşünecek durumda değildi. Göğsü aldığı nefesle
inip kalkıyordu. Serumun damlaları ağır ağır
düşüp ilerliyordu şeffaf hortumun içinde.
Ayakta duruyordum. Kısa süren bir sessizliğin ardından Zekiye,
“Osman, senden bir ricam var...” dediğinde, “Bir şey mi lazım?”
dedim heyecanla. “Şey diyecektim, senle bizim eve gidelim de şu
kızın kimliğini alalım... Bir de üst baş getireyim
kıza, öyle üstüyle başıyla yatırdılar... Hem benim
ilaçlarım kaldı, onları da alırız...” deyince, “E,
Ayfer ne olacak? Sen anahtarı ver bana, ben getiririm!” dedim.
Bu sözlerime Ayfer yanıt verdi annesinin yerine. “Beni merak etme, iyiyim
ben, zaten iğne yaptılar uyumam için... Sen git annemle, ben iyiyim,
hemşireler gelip bakıyor devamlı...” dedi yarı uykulu
yarı uyanık şekilde. “Emin misin, bir şey lazım olursa?”
dememe kalmadan Ayfer uykuya dalmıştı bile. Zekiye
fısıldayarak, “Osman biz gidelim, bak yattı zaten, ben
tembihlerim hemşirelere, gelip bakarlar. En az 2-3 saat sürer demişti
doktor serumun bitmesi için. Uyanması da o kadar sürer...” deyince,
“İyi, tamam o zaman!” dedim.
Odanın kapısını yavaşça kapatıp koridora
çıktık. Zekiye kattaki hemşireye, “Kızım, ben eve
kadar gidecem, kızın kimliği evde kalmış, sen
bizimkine bakar mısın?” deyince hemşire, “Tabii bakarım,
bizim işimiz bu teyzeciğim!” dedi gülümseyip. Koridorda ilerlerken
Zekiye’nin siyah kısa topuklu ayakkabısı zemin üzerinde sert
sert 'Tak, tuk' sesleri çıkartıyor, çıkan ses koridorda
yankılanıyordu. Götünün dolgun yanakları beline oturan
pardesünün altında topuklu ayakkabılarının da etkisiyle
adeta löpürdüyordu. Bu görüntü istemsiz şekilde yarağımı
sertleştirdi.
Yağmur hafiflemişti ama inceden yağmaya devam ediyordu yine de.
Arabayı çalıştırmış yola yeni
çıkmıştım ki, o ana kadar bana dua eden,
yaşadıklarımızı unutmuş görünen Zekiye, “Akşama
nikâhın varmış...” dedi. Yanımdaki koltuğa
oturmuştu, dönüp yüzüne baktım. Oldukça ciddi ve sinirli bir hali
vardı.
Ona nikâhımla ilgili bir şey söylememiştim. Başka birinden
duymuştu. O başka birinin de Aysel olduğuna emindim. Cevap
vermedim sözlerine. Ancak Zekiye’nin durmaya niyeti yoktu. “Hem de dul bir
kadın alıyormuşsun, senden bilmem kaç yaş büyükmüş...”
deyince sinirlendim. “Sana ne bundan!” dedim.
“Senden kızımla evlenmeni istedim... Kızımı al, sana
daire veririm dedim... Ama sen kabul etmedin, niye... Ben evliyim dedin,
nasıl olur dedin... E öyleyse şimdi ne diye gidip iki çocuklu dul
karının birini alıyorsun... Dedikleri gibi parası mı
çok, yoksa amı mı tatlı geldi?” dedi sinirle. Söylediklerine
kızmıştım ama araba kullanırken onunla
tartışmaya niyetim yoktu. Alttan almaya çalışarak, “Bak,
kaç zamanki mesele bu... O kadınla evleneceğim çok önceden belli olmuştu,
yeni değil anladın mı? Hem, parasıyla puluyla
ilgilenmiyorum ben, kadının kocaman 2 çocuğu var... Onlar
kalkıp benim paralarının üzerine konmama izin verir mi ki!”
dedim, ama Zekiye oralı olmamıştı hiç.
“Hadi hadi, sen eşeğini sağlam kazığa
bağlamışsındır, öyle boş laflarla beni
kandıramazsın... Vardır senin bir hesabın mutlaka!” dedi.
Konuşurken sinirinden sesi titriyordu. Ben sözlerine cevap vermeyince o da
başka bir şey demedi. Bir zaman sessiz kaldık. Yan yan
bakıyordum bu sırada, ağlıyor gibiydi. Sonrasında
yeniden başladı konuşmaya. Ama bu kez siniri
yatışmıştı.
“Doğru, bana ne... Ben senin hayatına karışamam,
istediğini yapabilirsin... İki karın olabilir ama bir üçüncüsünü
de almana engel yok. Bak, teklifim geçerli halen. Kızımı al,
imam nikâhı kıy, evlen... O dediğim daireyi üstüne yaparım...
Eğer, yok olmaz dersen notere, tapuya falan gidip hemen de yaparım,
nikâhı sonra yaparız... Yeter ki kızımı al...
Görüyorsun, ben olmasam kız açıkta kalır, o şerefsiz
kardeşi ilgilenmez kızımla... Kızım cahil, neyin ne olduğunu
bilmiyor, yarın bir gün ben ölüp gidersem bu kız ne olur... O
şerefsiz daha şimdiden dairelerin derdine düştü, benden sonra bu
kızı siktir eder, elindekileri de alır... Oğlumdan çok sana
güveniyorum ben...”
“Kimseler bilmez, duymaz bile... Ne karın, ne anan, hiç kimse...
Aramızda kalır... Çok basit, hemen hocanın birini
çağırırız, nikâhınızı kıyar...
Kızımın da bu dünyada sahipsiz olmadığını
görmüş olurum, içim rahat eder... Arada gelir gidersin bize,
uğrarsın... Olmadı ben Ayfer’i de gönderirim buraya... Öbür
mesele ile ilgili teklifim de geçerli... Yani kızım sana yetmezse ben
hazırım her zaman... Sana kadınlığımı
veririm... Geçen gün olduğu gibi...” dedi ve sol elini sağ
bacağımın üzerine koydu.
Eli bacağımın üzerindeyken kaldığı yerden devam
etti konuşmaya. “Benim için sorun değil, kızımın
mutluluğu için bunu yapmaya hazırım... Yeter ki sen evet de...
Kızımı al, evlen onunla... Üzme beni... Kocamdan kalan biraz
altınım, dolarım falan da var, onları da veririm sana...
Çocuklarımın bile haberi yok bundan... Şu kız meselesini de
unuttum zaten, Özge...” derken çalan telefonum Zekiye’nin
konuşmasını böldü. Refiye arıyordu. Zekiye sanki içine
doğmuş gibi, “Yeni karın mı?” dedi ve bacağımdaki
elini çekti.
Evet anlamında başımı salladım, telefonu açtım.
Refiye sıcak bir sesle, “Aşkım aramışsın,
banyodaydım... Dün gece çok yorulduk, jakuziyi doldurup biraz rahatlamak
istedim...” derken konuşmasını böldüm. Yanımda Zekiye
varken rahat konuşamayacaktım çünkü. O nedenle, “Tamam canım, az
işim var, ben ararım sonra seni!” dedim. Refiye
anlayışlı çıktı, hiç tepki vermeden, “Tamam
aşkım, ararsın sen!” diyerek kapadı telefonu.
Zekiye ile daha fazla konuşma şansına eremedim, çünkü
binanın önüne gelmiştik. Zekiye önümden merdivenleri çıkarken
pardesüsünün altında sallanan götünün yanaklarını televizyon gibi
izliyordum. Bu görüntü karşısında yarağım yine
kendiliğinden sertleşmeye başladı. Emine’nin
kapısının önünden geçerken birden kapı açıldı ve
Emine bitiverdi kapının önünde. Sabahkinden farklı olarak beyaz
kazağının üzerine uzun siyah bir hırka giymişti.
Başını ise koyu mavi bir şalla
bağlamıştı genç kızlar gibi. Sarı eteği ise
yine üzerindeydi.
Pantolonumun önünde bariz şekilde bir şişkinlik
oluşmuştu. Hafiften kamburumu çıkarıp ellerimi montun
cebine soktum ve aşağı çektim. Garip bir halde olduğumun farkındaydım,
ama o anda Emine’nin karşısında falso vermemem gerekliydi. Elime
dün gece Fatma ablanın evinin arkasında içtiğim sigaranın
izmariti geldi. Montun cebine koymuştum kimse görmesin diye.
Emine sanki ben yokmuşum gibi davranarak Zekiye’ye, “Abla nasıl oldu
kız?” diye sordu. Zekiye, “Sağ ol bacım, zehirlenmiş, ilaç
verdiler, yatırdılar. Ben de kimliğini, üstünü
başını almaya geldim. Gene gidecem yanına...” deyince,
Emine, “Çok geçmiş olsun abla, yapabileceğimiz bir şey varsa
söyle!” dedi nazikçe. Zekiye, “Sağ ol anam sağ ol, Allah razı
olsun, yapılacak neyse yapıldı zaten, Osman evladım
sağ olsun Hızır gibi yetişti!” dedi eliyle omzuma vurarak.
Emine beni tanımıyormuş gibi numaradan gülümsedi ve “Allah
razı olsun sizden!” dedi. Onun numarasına aynı şekilde karşılık
verip, “Sağ olun!” dedim gülümseyerek.
Emine içeri girerken biz de yukarı çıktık. Eve girdik, Zekiye
pardesüsünü çıkarınca dizlerinin altına gelen siyah ve dar bir
etekle kaldı. Ayağında da o ince siyah külotlu çorap vardı.
Üstüne ise parlak beyaz bir gömlek giymişti. Gömleğinin üst
düğmesini açık bırakmış, türbanı ile
gömleğin yakası arasındaki aralıktan beyaz koynu
görünüyordu. Biraz dar gelen gömleğin altında şişkin, dolgun
memeleri belirgindi. Gömleğin içine giydiği beyaz atletin izleri
görünüyordu.
Sabahki eteğini ve kazağını çıkartmış,
kızının rahatsızlığına aldırmadan
hastaneye gidiyoruz diye süslü giyinmişti. Onun bu hali biraz olsun
inişe geçen, uykuya dalan yarağımın yeniden uyanmasına
sebep oldu. O anda üzerine atlayıp çatır çatır sikmek istedim
Zekiye’yi. Ama kızı hastanede yatarken olacak iş değildi
bu.
O mutfağa geçerken ben de sabahki koltuğa oturdum. Çıkarıp
cep telefonumla oynadım. Mutfağın ardından arka tarafa
geçti Zekiye. 5-6 dakika sonra elinde büyük bir naylon torba ile geldi. “Tamamsan
çıkalım!” dedim, ama Zekiye, “Ben çok acıktım, dün
akşamdan beri bir şey yemedim. Kahvaltı yapalım öyle
çıkarız, zaten çay koymuştum!” dedi. Kantinde yediğim tost
açlığımı bastırmış ama
doyurmamıştı. Doğrusu az da olsa bir kahvaltı hiç de
fena olmazdı. “Tamam!” dedim gülümseyerek.
Birkaç dakika sonra mutfak masasında oturmuş
kahvaltımızı yapıyorduk. Mutfağın nerdeyse yere
kadar inen beyaz perdesi çekili olduğundan içerisi loş bir
şekilde aydınlıktı. Zekiye kısa sürede güzel bir
kahvaltı hazırlamıştı. Hamarat bir kadındı,
sahanda çok güzel bir yumurta yapmıştı. Ekmeğimi bana bana
yerken, “Çok güzel olmuş!” dedim. Zekiye, “Afiyet olsun, sen
kızımla evlen bak ben sana daha neler yaparım!” dedi
gülümseyerek. Konuyu hep Ayfer’e getiriyordu bir şekilde.
O ara telefonu çalınca kalkıp içeri geçti. Az sonra elinde cep
telefonu ile geldi, Sedat’la konuşuyordu. “Ulan pezevenk niye
aramıyorsun... Bu kız öldü mü kaldı mı, merak etmiyor musun?”
dedi. Sedat’ın ne dediğini duyamıyordum ama annesinden korkar,
çekinirdi. İtiraz edecek hali yoktu. “Osman geldi, onunla götürdüm
doktora. Şimdi hastanede, kimliğini unutmuşum onu almaya geldim,
Osman yanımda...” dedi Zekiye. Hemen ardından da, “Al, senle
konuşacakmış!” diyerek telefonu uzattı.
Ben, “Efendim?” deyince, Sedat, “Kardeşim, çok sağ ol, çok
teşekkür ederim, gelmişsin...” diye lafa girdi. “Önemli değil,
boş ver, vazifemiz...” dedim. Biraz havadan sudan konuştuk ve
kapattım telefonu. Zekiye çay doldururken, “Bu yaşta kendi elini
siken adamdan ne hayır gelir... Onun yaşındakilerin
çocukları okula başladı!” dedi sinirli sinirli.
Yeniden yerine oturunca gözlerime bakıp, “Sen de olmasan bizimkinin milli
olacağı yoktu!” dedi bu kez. Ne diyeceğimi bilemedim. Zekiye
patavatsız bir kadındı. Ardından birkaç küfür savurdu
Sedat’a. Sonrasında sessizliğe büründü. Kahvaltımı bitirip
bardağımda kalan son çayımı yudumlarken, “Kızımla
evlenecek misin?” diye sordu. Yine dönüp dolaşıp aynı
kapıya çıkmıştı mesele.
Aynı şeyleri tekrar etmeye başladı. “Kızımı
al, sana daireyi veririm, o altınları veririm, dolarım var...”
deyip duruyordu. Tüm bu konuşmalarını sessizce dinliyordum. Elimi
tuttu, hararetle sıktı, “Ne düşünüyorsun, alacak mısın
kızımı, o da seviyor seni, üzme bizi...” dedi. Zekiye’nin elimi
tutması, okşaması yarağımı yeniden
hareketlendirmeye başladı. Gözlerini üzerime dikmiş,
vereceğim cevabı bekliyordu.
Ona bu
işin olmayacağını, olamayacağını usturuplu
bir dille, kalbini kırmadan söylemem gerekiyordu. Ama elimi tutan eli
düşüncelerimi bulanıklaştırıyor, beni
heyecanlandırıyordu. Sadece elimi tutması bile beni ne hale
getirmişti. Ve bunun sebebi de annemin verdiği macundan fazla
yememdi. Annem 2-3 kaşık yememi söylemiş, bense tadı
hoşuma gittiği için 5-6 kaşık yemiştim.
Kalbini kırmamam gerekliydi ama aynı zamanda
inandırıcı bir şey de söylemeliydim. Dürüst olmam
gerektiğini de biliyordum. O nedenle, “Kusura bakma yapamam, Ayfer’le
yapamam... Nasıl desem, bana göre değil, yani bir kadın olarak,
genç bir kız olarak... Onu beğenmiyorum, tipim değil...” dedim.
Kalbini kırmamam gerekliyken bu son söylediklerimle Zekiye’nin kalbine bir
hançer saplamış gibi olduğumu sonradan fark ettim. Ama iş
işten geçmişti.
Elimi tutan elini çekti, gözleri masanın üzerinde sabit şekilde
kaldı bir süre. Ardından kalkıp içeri geçti bir şey
demeden. Az sonra elinde bir sigara paketi ile döndü. Sigarasını
ocağın ateşi ile yakarken, “Hani sen astım
hastasıydın, bu sigara ne şimdi?” dedim. Ama beni dinleyecek
halde değildi Zekiye. Elini (Sana ne, boş ver!) dercesine havada
salladı. Karşımda ayakta durmuş, götünü mutfak
tezgâhına yaslamıştı. Bana bakmasa da usulca
ağladığını gördüm.
Balkonun kapısını hafifçe açtı, masaya oturdu. Az önce
silip süpürdüğüm yumurtayı yaptığı sahana döktü
sigarasının küllerini. Birkaç derin nefes çekti sigarasından. Bu
arada birkaç kez de öksürdü. Dayanamayıp ben de bir tane yaktım,
karşısına oturdum. “Bir kadına kızının
çirkin olduğunu söylemek çok ayıptır!” dedi suskunluğunu
bozarak. “Kusura bakma öyle demek istemedim!” dedim ama nafile...
Aslında söylediğim tam da buydu. Ayfer’i çirkin bulduğum için
onunla evlenmek istemiyordum. Geçmişte de bu nedenle istememiştim,
şimdi de sebep aynıydı. Kaşlarını,
bıyıklarını almaz, yanakları ve çenesinde
uzamış siyah tüyler oldurdu her zaman. Güzel sayılacak bir yüzü
olmasına rağmen bakımsızdı. Serum taktıkları
kolunda benim kolumdakine yakın siyah kıl vardı mesela. Parfüm
kullanmaz çoğunlukla ter kokardı. Namusuna, inancına, töresine
riayet ederdi her zaman, ama onunla evlensem aynı evde yaşayacak,
aynı yatağa girecektim. Ama o bakımsız haliyle nasıl
olacaktı...
En basiti, annesiyle bile arasında çok fark vardı Ayfer’in. Zekiye
şu yaşında, şu haliyle bakımlı
sayılabilecekken, kızında böyle bir şey yoktu. Zekiye
sigarasından birkaç derin nefes çektikten sonra yumurta sahanında
söndürdü. Yanaklarına süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle
sildikten sonra, “Bir şey diyemem sana, sen de haklısın...
Sonuçta erkek evleneceği kadının güzel olmasını ister,
bakımlı olmasını ister...”
“Daha önce birkaç talibi oldu kızımın, kadınlar geldi
görmeye... Oğluna, yeğenine, torununa beğenenler oldu... Resim
istediler benden, Ayfer’in resmini verdim onlara... Onlar da gidip
göstermişler oğlanlara... Hiç biri beğenmedi
kızımı... Onlar da senin dediğini demişler
anlayacağın... En son bizim evi yapan müteahhit istedi oğluna.
Gerçi kızımın haberi yok, söylemedim ona. Kalbi kırılmasın
diye... Müteahhit çok beğendi, ama oğlu istemedi, ona da resmini
vermiştim...”
“Bilirsin, Ayfer mütedeyyin bir kızdır. Kaç defa dediysem de beni
dinlemedi, kızım dedim biraz bakımlı ol, kendine bak,
erkekler bakımlı kadın ister, biraz cilve ister, naz ister dedim
ama dinletemedim. Yok, beni beğenecek olan böyle beğensin, ben
kalkıp da kendimi erkeklere beğendirecek değilim. Sen benim
kıçımı başımı açmamı mı istiyorsun dedi
çıktı işin içinden. Benimle bile kavga eder arada sırada
bunun için. Şu kıyafetimde ne var Allah aşkına, şuna
bile laf etti sabahleyin...” dedi kıyafetini göstermek ister gibi elini
yukardan aşağı sallayarak, “Kızım dedim hastaneye
gidiyoruz, insanların, doktorların içine çıkıyoruz,
kalkıp öyle köylü gibi giyinmeyelim dedim ama nerdee...” dedi.
Zekiye’nin
şu kıyafeti ile Ayfer’i düşünemiyordum bile, Zekiye
haklıydı. Sigaramdan derin nefesler çeke çeke bitirdim, sahanın
içine söndürdüm. Kısa bir sessizlik oldu. İki eliyle elimi tuttu yine
ve “Ne olur üzme beni, senden ne istediğimi biliyorum, zor bir şey bu
ama başka da kimsem yok... Kızım bu zamana kadar evde
kaldı, bu saatten sonra da evleneceği yok... Üzme beni, ben de seni
üzmem...” dedi ve tuttuğu sağ elimi alıp sol memesine götürdü.
Elim gömleğinin altındaki dolgun memesini hissettiği anda bütün
vücudum elektrik çarpılmış gibi oldu. O ana kadar aklımda
Ayfer hastanede yatarken Zekiye’nin değil benimle sikişmek en ufak
bir yan gözle bile bakmayacağı fikri oluşmuştu. Hatta
arabada elimi bacağıma koymasında bile bir art niyet
sezmemiştim. Ancak yanılmıştım. Zekiye’nin de en az
benim kadar azgın ve istekli olduğunun kanıtıydı
memesini avuçlatması. Belki de benimle eve gelmesi bile bir oyundu.
Anahtarı bana verse ben istediklerini getirebilirdim, ama o illaki benimle
birlikte gelmek istemişti eve.
Aynı geçen sefer olduğu gibi bir durumdu bu. Ayfer ve Sedat evde
yokken onu sikmiştim. Daha doğrusu Zekiye kendini bana
siktirmişti. “Üzme beni...” deyip duruyordu bu sırada, gözlerini
gözlerime kenetlemişti. Kalbimin atışlarını duymaya
başlamıştım sanki. Vücudumun her yanı ateşler
içinde yanıyor gibiydi. Annemin verdiği macunun etkisi Zekiye’nin
memesini hissetmemle birlikte tavan yapmıştı.
Elimi tutan elleri yana kaydığında bu kez avucumun altında
sağ memesi vardı. İki memesi de canlı, hayat doluydu o
yaşına rağmen. Zekiye, “Üzme beni...” diyordu ara sıra
yine. Onu üzmeye hiç niyetim yoktu. Duracak, dayanacak halde değildim.
Sağ elim ellerinden kurtuldu önce. Parmaklarımı açıp
kapayarak memesini kavramaya, daha da hissetmeye başladım. İçine
giydiği sutyen sert değil yumuşaktı. O yüzden memesi olanca
yumuşaklığı ve doğallığıyla avucumun
altındaydı. Onu sikerken memelerine uzun uzun doya doya
dokunamamıştım. Ancak bu kez bir önceki sikişmede
yaşadığım bu eksikliği fazlasıyla tatmak
niyetindeydim.
Şaheser anne ile daha kısa süre önce zevkli ve yorucu bir sikiş
yaşamıştım. Ama o macunun içinde her ne varsa bana yeniden
hayat vermiş, ayağa kaldırmıştı.
Yarağımı da hareketlendirmişti üstelik. Bir başka
özelliği daha vardı anlaşılan macunun. O da müthiş bir
cinsel istek vermesi, sikişme arzusu uyandırmasıydı.
Yarağım şaha kalkmaya, külotumu ve pantolonumu zorlamaya
başlamıştı. Bariz bir şişkinlik
oluşmuştu önümde şimdiden. Elimi çektim memesinden ve
bileğinden tuttum nazikçe. “Şöyle gel...” dedim işaret ederek.
Sandalyemi geri çektim biraz, Zekiye sandalyesinden kalktı ve dizlerimin
üzerine oturdu az sonra.
Kalbimin atışları her an daha da artmaya
başlamıştı. Zekiye’nin kalçalarını,
bacaklarını hissedince yarağımın alttan gelen
baskısı daha da şiddetlendi. Zekiye’nin kalçasına
değiyordu yarağım ve onun yumuşaklığı,
dolgunluğu büyük bir keyif veriyordu memelerinden hariç. Gömleğinin
üst düğmesi açıktı, alttaki düğmeyi ise ben açtım
parmak uçlarımla. Ama açarken parmaklarımın heyecandan
titrediğini fark ediyordum. Daha az önce konuştuğum en
yakın arkadaşım dediğim Sedat’ın annesi şimdi
kucağımdaydı.
Parlak, beyaz gömleğin üst iki düğmesi açılınca üst
kısmı dantelli beyaz atleti göründü. Atletin
askılarının altından beyaz sutyeninin askıları
görünüyordu ayrıca. Sağ elim beyaz koynunu okşadı bir süre.
Yavaşça eğildim ve parlak türbanının uçlarının
kapattığı pamuk gibi yumuşak, süt gibi beyaz koynunu öptüm.
Dudaklarımın ucunda hissettiğim teni, beyaz eti,
yakıcı bir sıcaklık verdi. Bu sırada Zekiye iki eliyle
saçlarımı nazikçe okşamakla meşguldü.
Birkaç öpücük kondurdum koynuna. Ardından dilimi çıkardım ve
dondurma gibi yaladım, emdim. Zekiye ses çıkartmıyordu ama nefes
alış verişini duyabiliyordum. Saçlarımın üzerinden
yüzüme yayılıyordu hafif sigara kokan sıcak nefesi.
Altımdaki ahşap sandalye üzerindeki iki kişinin
ağırlığıyla ara ara gıcırdıyordu. Sol
elim sırtında gezinmeye başlarken sağ elim yavaş
yavaş atletin içine kaymaya başladı. Dudaklarımdan sonra
şimdi de elim doğrudan eti ile buluşuyordu.
Yumuşak sutyeni ile memesi arasına girdi elim hemen sonra.
Parmaklarım usulca aşağı doğru kayarken dolgun,
yuvarlak ve biçimli memesi avucumun içini doldurmaya
başlamıştı. Az sonra avucumun içini bütünüyle kaplamış
ve doldurmuştu memesi. Etli, iri meme ucunu avucumun ortasında
hissettim. Zekiye’nin nefes alış verişi
hızlanmış, nefesinin yakıcılığı da
artmıştı. Vücudum ateşler içinde yanarken onun sıcak
nefesi ilave bir sıcaklık veriyordu.
Bu arada Zekiye’nin sağ eli boynumdan içeri girip, aşağıya,
sırtıma doğru inmeye başladı. İlk anda soğuk
ve titreten eli hemen ardından sırtımı kızgın bir
demir gibi yakmaya başladı. Usuldan inliyordum, nefes alış
verişlerim aynı Zekiye’ninki gibi sesli ve sıcak bir hale,
kıvama gelmişti. Avuçladığım memesini
sıktım. Çocukken yediğim içi sulu yumuşak şekerler
gibiydi memesi. Dilim yumuşak şekeri kopardığı anda
ağzımın içine barındırdığı şekerli
sıvı dolar ve iştahla yerdim. Ve şimdi Zekiye’nin memesi de
benim için öyleydi. Ucundan bir ısırık koparsam sanki içinden
şekerli, hoş kokulu bir sıvı akacak, çeşme misali
memesinin ucundan ağzımın içine dolacaktı.
Az sonra memesini kendisini hapseden sutyenden ve atletten
kurtardığımda sanki bana sevgi gösterisinde bulunuyormuş
gibi titredi. O titreyen memesinin etli, sütlü kahverengi ucuna ağzımı
dayadım. Zekiye’nin derinden gelen, “Iğhhh...” şeklindeki
iniltisi benden çok onun zevk aldığını gösteriyordu.
Sırtımdaki eli aşağı yukarı, sağa sola gidip
geliyordu sürekli. Sol eli ise zaman zaman saçlarımda, kimi zamansa
omuzlarımda geziniyordu. Zekiye iki eliyle kıskaca
almıştı beni, bırakmak istemiyordu. Ama benim de onu
bırakmaya hiç niyetim yoktu.
Meme başları da aynı memesi gibi süt beyazdı. O
beyazlığın ortasında etli bir üzüm tanesini andıran
memesinin ucunu emmeye başladım. Derin derin çektim içime,
vakumladım. O şekerli, tatlı sıvının
ağzıma akmasını, dolmasını istiyordum sanki. Ama
gelen bir şey yoktu. Yine de emmeye, vakumlamaya devam ettim. Meme ucu
gittikçe büyümeye, irileşmeye başlamıştı.
Ağzımın içine akan bir şey yoksa da meme ucunun içine dolan
kanla şişmesi bana zevk vermeye yetiyordu.
Zekiye’nin hafiften gelen iniltisinin çoğalmaya
başladığını fark ettim. Yarağım gittikçe
sertleşiyor, kendini hapseden külotum ve pantolonumdan kurtulmaya
çalışıyordu. Ama Zekiye’nin dolgun, yumuşak kalçası
önüne bir engel gibi çıkmıştı. Yarağımın
kafası her çıkmaya çalıştığında o dolgun,
etli kalçasına çarpıyor, sonra gerisin geri çekiliyordu. Sandalyenin
üzerinde, kısıtlı bir alanda büyük bir zevk, keyif
yaşıyor, tat alıyordum. Ve bunu bana yaşatan arkadaşımın
50 yaşındaki annesiydi.
Dilimin ucuyla memesinin her bir yerini yaladım, emdim. İçerinin
loş aydınlığında Zekiye’nin memesi dilimin
ıslaklığıyla parlıyordu. Sırtımda gezinen
eliyle zaman zaman sırtıma bastırıyor, parmak
uçlarıyla kaşır gibi yapıyordu. O anlarda
gıdıklansam da tatlı bir gıdıklanmaydı bu, itiraz
etmeye niyetim yoktu.
Az sonra sol memesini çıkardım ortaya. Sağ memesinden sonra
sıra ona gelmişti. Yaşından dolayı sarkmış
olsa da her iki memesi halen hayat ve canlılık doluydu. Meme ucunu
emmeye başlamamla beraber Zekiye’nin, “Iğhhh...” diye
çıkardığı inilti mutfağın içini
çınlattı. Aldığı zevkle kendinden geçmişti
Zekiye. Kızı gece vakti zehirlenmiş, şimdiyse hastanede
yatıyordu. Ama Zekiye aynı dakikalarda kucağımda
oturmuş kendini genç bir erkeğin kollarına
bırakmış aldığı zevkten inliyordu. Gecenin bir
vakti beni aradığında korkmuştum. Beni rahatsız
ettiğini, taciz ettiğini düşünmüştüm. Ama şimdi dilimin,
dudaklarımın ucunda meme uçları vardı ve onları bebek
gibi emiyordum.
Rahmetli kocası senelerce emip kurutmuştu memelerini. O tatlı,
hoş kokulu sıvıdan kalmamıştı. Aynı zamanda
Ayfer ve Sedat’ı bu iki iri memesiyle beslemiş, onlara hayat
vermişti. Kocasının kendisini çoğunlukla klasik pozisyonda
siktiğini, amında en fazla bir dakika kadar gidip geldiğini ve
ardından boşaldığını söylemişti geçen sefer.
Ama 50 yaşında bu zevki verebilen bir kadının amında
20, 30 veya 40 yaşındayken, bir dakika gidip gelmenin bile insana
müthiş bir zevk vereceği kesindi. Ve kocası bu zevki senelerce
tatmıştı.
Sandalyenin gıcırtıları artmaya
başlamıştı iyice. Alt kattaki Emine’nin çıkan sesleri
duyması mümkündü. Zekiye ile evde yalnız olduğumu da biliyordu
üstelik. Bu evde daha önce kimleri sikmiştim ve çoğundan Emine’nin
haberi vardı. Şimdi bu yalnızlığımızın
onun aklına farklı şeyler getirebileceğini
kestirebiliyordum. Daha sessiz olmalıydık. Fısıltıyla,
“Hadi kalk, içeri gidelim...” dediğimde Zekiye karşılık
vermedi. Onun yerine sırtımdaki elini çekti. Yavaşça kalktı
ayağa. Onun kalkmasıyla beraber yarağım üstündeki
baskıdan kurtuldu.
Ayağa kalkarken Zekiye gömleğinin üst düğmelerini ilikliyordu.
“Ne oldu, niye ilikliyorsun?” dediğimde, “Bu kadar yeter, başka zaman
yaparız, kız hastanede!” dedi. “Buraya kadar geldik, devam edelim,
bak, kazık gibi yaptın beni!” dedim elimle pantolonumun önünü
işaret ederek. Ancak Zekiye kayıtsızca, “Onu bu akşamki
karına sakla!” dedi. Ardından üstünü başını,
türbanını düzeltti ve masanın üstündekileri toplamaya
başladı.
Arkasından yanaştım, ellerimi karnının üzerine koydum.
“Hadi bak, az kaldı, çok istiyorum seni, fena halde azdım!” dedim.
Ancak Zekiye’nin geri adım atmaya niyeti yoktu. “Osman yapma, bu
kadarı yeter. Kız hastanede diyorum. Gidelim, yalnız kaldı
kaç zamandır, çekil şöyle!” diyerek beni geriye itti. Beklenmedik bir
anda, beklenmedik bir tepki gelmişti Zekiye’den. Göstermiş,
elletmişti, ama vermeye niyeti yoktu...
Önceki sefer de böyle olmuştu. Sedat ve Ayfer’in ilçeye gittiklerini
söylemişti. Her şey ilk başta çok güzeldi ama sonra birdenbire
işler terse binmiş, bu nedenle biraz da zorla acele bir sikiş
yaşamıştık. Bu noktaya gelmişken ısrar edip onu
sikişmeye ikna edebilirdim belki, ama şimdi durum
farklıydı. Ayfer hastane odasında bir başına
yatıyordu. Mecburen isteklerime, azgınlığıma set
çekecektim. Kızı orada bir başına bırakmak doğru
olmazdı. “İyi, tamam, öyle olsun!” dedim.
Zekiye mutfağı toplarken banyoya geçtim. Yarağım kemik gibi
sertleşmiş, patlıcan gibi
kalınlaşmıştı. Akşama kadar nasıl
bekleyecektim? Elim kafasına değdiği anda boşalacak gibi
oldum. Klozete işeyecek halde değildim, mecburen küvete işedim.
Banyoda birkaç dakika kaldım, yarağım gitgide sertliğini,
kalınlığını kaybederken, içimdeki azgın duygular,
istekler de azaldı.
Salona döndüğümde Zekiye’yi pardesüsünü giyinmiş, koltukta otururken
buldum. “Geçen sefer de böyle yaptın, azdırıp azdırıp
vermeden kaçmaya bakıyorsun!” dedim gülümseyerek. Sözlerim hoşuna
gitmişti sanki, “Sen kızımı al, sana istediğin zaman
veririm!” dedi Zekiye. Hazırladığı torbadan hariç bir de
kalın bir banyo havlusu almıştı. “Bu ne?” diye sorunca, “Hastanenin
odasında küçük bir duş var, orada yıkanmak için!” dedi ve
“Şimdi yıkanacak halim yok ya!” diye ilave etti. O kısacık
sevişmemizden cenabet olmuştu. Hastane odasında
yıkanıp temizlenecekti.
Merdivenlerden aşağı inerken Emine’nin dairesinden gelen
elektrikli süpürgenin sesini işittik. Yağmur dinmişti. Arabaya
atladık, hastaneye doğru yola çıktık. O ara telefonum
çaldı. Aysel’di arayan. Tam zamanını bulmuştu. Açıp
açmamakta kararsız kaldım. Bu arada Zekiye, “Karın mı?” diye
sordu alınmış gibi. “Yok, başımın belası
biri!” dedim ve sonunda açtım.
“Nerdesin hayırsız, niye açmıyorsun telefonlarımı?”
dedi keyifli keyifli. Aysel böylesine keyifli ise mutlaka bir şey var
demekti. “İşlerim var, hayırdır, ne oldu?” dedim. Sözlerimin
üzerine, “Hayırlı hayırlı, hem de çok hayırlı!”
dedi yine keyifle. Ne demek oluyordu bu anlamamıştım. “Mutlaka
bana gelmen gerek, sakın atlama, seni görmek isteyen misafirlerim var...”
deyince meraklandım. “Ne misafiri, kim?” dedim, ama Aysel, “Gelince
görürsün!” diyerek kestirip attı. “Bakarım!” deyince, “Bakarım
falan deme, her nerdeysen çık gel!” dedi ve pat diye kapattı
telefonu. Evet, bir mesele vardı ve bunun için aramıştı
Aysel. Başıma kim bilir ne çoraplar örecekti...
Onun araması yanımda duran Zekiye’nin sabah söylediklerini getirdi
aklıma. Ev telefonumu Aysel’den almıştı. Üstelik geçen gün
hamile kalmasına yardımcı olsun, dua etsin diye ona
gitmişti. Ayfer’in rahatsızlığı, evde
yaşadıklarımız derken uçup gitmişti aklımdan. Ama
şimdi hatırıma gelmişken bunun cevabını almalıydım.
“Aysel’i nerden tanıyorsun, ona niye gittin geçen gün?” diye sordum.
Yüzü ekşidi Zekiye’nin. “Sen nerden biliyorsun?” diye sorunca, “Kuşlar
söyledi!” dedim. Cevap vermeyip susunca, “Söylesene niye gittin?” dedim
yeniden. Ancak Zekiye susmakta devam ediyordu. O cevap vermeyince ben söyledim,
“Hamile kalmak istiyormuşsun, bana yardımcı ol, dua et
demişsin ona...” deyince Zekiye’nin yüzünün
kızardığını gördüm. Ama yine de cevap vermemekte
gayret ediyordu.
Hastaneye yaklaşmıştım. Arabayı sağa çektim, “Cevap
versene, niye gittin?” diye sordum yine. Zekiye, “Hangi kuş demişse
yanlış demiş!” dedi önce. Ardından, “Doğru gittim, dua
etmesini istedim ama hamile kalayım diye değil. Tam tersine kalmamam
için dua etmesini istedim. Bu yaşımda hamile kalsam... Senin
aklın alıyor mu?” dedi sinirli sinirli. Daha sonra da, “Geçen sefer
bir hata yaptım... Hadi sen erkeksin, nerden bileceksin benim adet
gördüğümü... Bu sefer de aynı hataya düşmemek için yarıda
bıraktım...” dedi ve başka bir şey demeden indi arabadan.
Arka koltuktaki torbaları alıp hastaneye doğru yürümeye
başladı.
Ayfer’i düşündüğü için sevişmemizi yarıda
bıraktığını sanmıştım, ama meğerse
Zekiye onu sikip amına boşalmamam için
bırakmıştı... Derin bir nefes alıp verdim.
Doğrusu sikişmenin zevkiyle benim düşünemeyeceğim bir
şeydi bu. Onu yine siksem yine amına boşalacaktım. Ancak
Zekiye uyanık çıkmıştı. Ama başka bir mesele daha
vardı. Geçen seferki sikişmemizden hamile kalıp
kalmayacağı henüz belli değildi...
Kafamda bu düşünceyle arabayı Aysel’in evine doğru sürmeye
başladım...
[Osman]
|