Ah Bu Töreler Seks Hikayesi 116. Bölüm! (Osman 30 Y., Konya / Türkiye)
Refiye
çıktığında bornozuna sıkı sıkı
sarınmıştı. “Uhh, rahatladım vallahi, hadi sen de gir
yıkan hemen!” dedi. Onun ardından ben de geçtim banyoya. Sıcak
ve tazyikli suyun altında yıkandım güzelce. Sıcak su ve
buharla mayıştım, rahatlayıp kendime geldim. Ancak bedenim
rahatlasa da aklım kasanın içindekilerdeydi. Konya gibi bir yerde
titreşimli ve belden bağlamalı plastik yarakları nerden
bulmuş, edinmişti Refiye?
Ama bunlardan hariç aklımı meşgul eden başka bir şey
de kondomlardı. Ne arıyordu bunlar kasada? Plastik yaraklara takmak
için miydi? O ara aklıma Ceren geldi. O gece sabaha karşı
yukarıya annesine bakmak için çıkmış, sonra elinde bir
kondomla dönmüştü. Bu ne diye sorduğumda da Ceyhun’un olduğunu
ve burada unuttuğunu söylemişti. Sonra da kondomu yarağıma
takıp güzel bir sakso çekmişti.
Şimdi düşününce bu işte başka bir işin olduğu
ortaya çıkıyordu. O kondom Ceyhun’un değildi, Refiye’nindi ve
Ceren onu annesi uyurken kasadan almıştı. İlk önce bunun
kesinlikle böyle olduğunu düşündüm, ama sonra belki de yanılıyor
olabileceğim geldi aklıma. Belki de kondomlar gerçekten de
Ceyhun’undu, o Almanya’ya gidince Refiye bulmuş ve kasaya koymuştu.
İlk düşünce ne kadar doğruysa, bu da o kadar doğru
görünüyordu. Oğlunun kondomlarını bulması pek tabii
mümkündü. Annem de odamda benim porno dergilerimi bulmuştu zamanında.
Annem dergileri atmak yerine onlara bakmayı tercih etmişti. Belki
Refiye de oğlunun kondomlarını atmak yerine saklamayı uygun
görmüştü. Ama ne olursa olsun, kasadan ve içindekilerden Ceren’in
haberinin olduğu kesindi. Doğru cevabı bulmam zamanla mümkün
olacaktı.
Çıktığımda Refiye giyinmiş,
hazırlanmıştı. Uzun, parlak siyah kadifeden bir elbise
giymişti. Dün karımın üzerinde gördüğümün bir benzeriydi bu
elbise. Zaten o elbise de aslında Refiye’ninkilerden biriydi. Elastik
kumaştan yapılan elbise vücut hatlarını ortaya
çıkartmıştı. Dolgun memeleri elbisenin altında
belirmişti iyice. Karnı ve hafiften çıkıntı
yapmış göbeğiyle kalçaları da ortadaydı.
Başını sarı siyah desenli büyük bir türbanla
bağlamıştı. Çok hafif de makyaj yapmıştı.
Dün akşamki halinden bile daha güzeldi.
Yatağın üzerinde epeyce pantolon, gömlek, kazak, iç
çamaşırları vs. vardı. “Bunlar ne?” diye sorduğumda, “Senin,
sana almıştım daha önceden!” dedi Refiye. Hepsi yeniydi,
etiketleri üzerindeydi. Bazıları pahalı, lüks sayılacak
markalara aitti üstelik. Evden birkaç parça kıyafet getirmiştim, ama
şimdi epeyce yeni kıyafetim olmuştu.
“Hadi şunları giysene, çok merak ediyorum nasıl olacak!” deyince
içlerinden seçtiklerini giyindim. Refiye zevkli bir kadındı. Aynada
kendime bakınca bir kez daha anladım bunu. Giysiler üzerime tam
oturmuştu üstelik. Sonrasında çekmecelerden birini açıp küçük
bir parfüm kutusu çıkardı. Oldukça pahalı, lüks bir markaya aitti
bu parfüm ve daha önce hiç kullanmamıştım.
Kutunun içinden zarif bir şişe çıkardı, “Yaklaşsana!”
dedi ve üzerime sıktı birkaç kez. İlk anda anlamasam da
saniyeler sonra koku kendini göstermeye başladı, müthiş bir
kokuydu. Refiye gözlerini kapatıp havayı koklarken, “Bu kokuya
bayılıyorum!” dedi. Sonrasında sarıldı
sıkıca ve yanaklarımı öptü. Kim bilir belki de ölen
kocası da bu kokuyu kullanıyordu.
Önü boydan boya fermuarlı penye bir pardesü giyindi. Krem renkli yüksek
topuklu ayakkabılarını da giyinince beraber çıktık.
Alışveriş merkezlerinden birine gittik. Mağazaları
dolaştık ve biraz alışveriş yaptık. Ardından
yeme içme katına geçtik. Ortak alandaki masalardan birine oturmuş
yemeğimizi yerken, önümüzdeki masaya iki genç kız gelip oturdu.
Kızların birini tanımıyordum, ama diğerini görür
görmez tanıdım. Cevat’ın otele gönderdiği Zümrüt’tü bu
kız.
O geceki halinden çok uzaktı, ama tanımama engel değildi bu.
Bebek gibi bir yüzü vardı ve yüzünü unutmamıştım hiç.
Götünü sikmek istediğimi söylediğimde beni terslemiş, hatta
küfretmişti. Sonrasında ben de ona küfretmiştim. Cevat, Zümrüt
yerine Şermin’i göndermişti daha sonra.
Uzun kızıl saçlarının yerinde daha kısa kestane rengi
saçları vardı. Beyaz, parlak bir gömlekle siyah kumaş bir
pantolon giymişti. Karşısındaki kız da onun gibi
giyinmişti. Göğsünde metal bir isimlik vardı, ama uzak
kaldığından adını okuyamıyordum. Zümrüt’ün gerçek
adı olmadığından emindim. Buradaki mağazalardan
birinde çalıştıkları çok belliydi. Öğle yemeğine
çıkmışlardı.
Refiye’nin arkasında kalmışlardı, ama yine de fark etmesin
diye çaktırmadan bakıyordum. Derken kaçamak
bakışlarımı fark etti. Yemeğini yerken onun da bana
bakmaya başladığını gördüm. Kızla neşeli
sohbetinin arasında ara sıra ciddi bir yüz ifadesiyle bana
bakıyordu. Belki de beni hatırlamıştı benim onu
hatırladığım gibi.
Bir ara kız kalkınca tek başına kaldı masada.
Refiye’nin sözlerine cevap verirken ara ara ona bakmadan edemiyordum. Elindeki
telefonla ilgileniyordu. Ancak yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyordu.
Kız gelince masadan kalktı, bizim masaya doğru bir iki adım
yaklaştığında isimlikte yazan yazıyı nihayet
okuyabildim. Gerçek adı Beyza idi. Çalıştığı
mağazanın amblemi de vardı isimlikte, bir kozmetik
mağazasında çalışıyordu. Kızla beraber
kalabalığın arasına karıştı az sonra.
O gece göt sikme uğruna reddettiğim kız onca zaman sonra bir
anda karşıma çıkıvermişti. Hem ismini hem de nerde
çalıştığını öğrenmiştim. Gözüm onda
kalmışken, Refiye’nin, “Kalkalım mı?” demesiyle kendime
geldim.
Kalktık ve birkaç mağazaya daha girip çıktık. Refiye, “Sinemaya
gidelim mi?” deyince, “Tamam, gidelim!” dedim. Sinemaya en son karım ve
kızlarla beraber gitmiştim. Refiye afişlere baktı bir süre,
sonra da, “Şuna gidelim, ben bu kadını çok beğeniyorum!”
dedi. Romantik türde bir Türk filmiydi bu. Filmin başlamasına az bir
zaman kalmıştı, o nedenle hemen içeri girdik.
Yerimiz önlerdeydi. Günlerden Pazartesiydi ve öğle saatleri
olduğundan salonda çok kişi yoktu. Hepsi de arka taraflarda
kalmıştı. Refiye ile bize gösterilen yere oturduk.
Işıklar kararıp da film başlayınca kolumu omzuna
attım, o da bana yaslandı. Çok sevdiğim parfümünün kokusunu
çektim içime.
Film beni sarmadı, ilk 10-15 dakika içinde sıkıldım. Ancak
filmden sıkılsam da halimden memnundum. Elimin altında onun
yuvarlak, biçimli omzunu, kolunu hissetmek çok hoşuma gidiyordu. Omzuma
başını koyup yaslandığında ipek
eşarbının yumuşaklığını
yanağımda hissediyordum. Parfümüyle ise ciğerlerim bayram
ediyordu. Tüm bunlara ilaveten dolgun memesini göğsüme yaslamıştı.
İnce penye pardesüsü ve kadife elbisesine rağmen sutyeninin
yumuşaklığını hissedebiliyordum.
Yarağım ufak ufak hareketlenmeye başladı tüm bunlar bir
araya gelince. Külotuma ve kot pantolonuma karşın sinema salonunun
karanlığında çadırı dikmiştim. Refiye kendini
filme vermiş, büyülenmiş gibi koca ekrana bakıyordu. O anda
bendeki değişikliği fark etmiyordu hiç.
Sağ elim omzunda, kolunda geziniyordu sürekli. Kolunun dolgun ve
yumuşak etlerine avucumla bastırıyordum. Kalp
atışlarım hızlanmaya başlamıştı.
Salonda kimse olmasa ve kimse görmese, ekranda film oynamaya devam ederken onu
oracıkta, koltukların üzerinde çatır çatır sikmek
istediğimi fark ettim.
Bir saat kadar sonra ışıklar yandığında nihayet
Refiye durumu anladı. Pantolonumun önündeki şişkinliği
gördü. Yanımızdan diğer seyirciler geçerken durumu
anlamasınlar diye hemen alışveriş poşetlerinden birini
kucağıma koydu. Fısıltılı bir sesle, “Bu halin ne
böyle?” dedi. Bunu söylerken şaşkınlığı yüzünden
okunuyordu, utanmış gibiydi ayrıca.
Kulağına iyice yanaştım. “Ne bileyim, sana
sarılınca birden canım çekti seni!” dedim. Adetliyken benimle
birlikte olamamanın verdiği üzüntü ona yetiyordu. Bir de ben böyle
söyleyince daha da üzüldü. “Biliyorsun durumumu!” dedi. “Tamam, biliyorum ama
elimde değil!” dediğimde bir süre bir şey söylemedi. “Hadi
çıkalım!” deyince, “İzlemek istemiyor musun?” dedim. Refiye bu
soruma, “Hayır!” dedi kesin ve sert bir sesle.
Önümdeki şişkinliğin inmesi için bir süre daha oturduktan sonra
kalktık. Refiye duruma hem üzülmüş, hem sinirlenmişti. Adetli
olduğu için kendisini suçladığımı düşünüyordu
belki de. Oysa böyle bir şey yoktu. Sivri, yüksek topuklu
ayakkabıları ile mermer zemine sert sert basarak yürüyordu.
Çıkan 'Tak tuk' sesleri koca katta yankılanıyordu.
Anlamsızca dolaştık bir süre. Sonra, “Benim tuvalete gitmem
lazım!” deyince, “Tamam sen git, ben beklerim!” dedim. O gidince
mağazaların vitrinlerine bakındım. O ara arkamdan bir
kadının, “Osman Bey?” demesiyle geriye döndüm. Günün ikinci sürprizi
tam karşımdaydı. İnternetten tanışıp
siktiğim Moldovalı Natalya karşımda duruyordu.
Elinde birkaç alışveriş torbası vardı. “Ben gördüm
seni. Yanında bayan vardı, onun için gelmedim yanına!” dedi
kendine has kırık Türkçesiyle. Uzun siyah bir etek giymişti,
üstünde ise çiçekli uzun kollu bir bluz vardı. Sarı saçları
omuzlarına dökülüyordu yine. Ayağındaysa siyah yarım botlar
vardı.
“Nasılsın, iyi misin?” diye sordum. “İyiyim, sen
nasılsın, aramadın hiç?” dedi sitem eder gibi. Cep telefonunu
vermiş, ne zaman istersem arayabileceğimi söylemişti, ama o
geceden sonra ne aramış ne sormuştum. Arada kaynayıp
gitmiş, hatta unutmuştum Natalya’yı. “Kusura bakma, iş güç,
arayamadım!” deyince, “Hadi hadi, siz Türkler hep aynısınız!”
dedi gülerek.
“İzinli misin?” diye sorduğumda, “Niet!” dedi Rusça. Sonra da, “Benim
hanım var, onunla geldim alışverişe!” dedi elindeki
torbaları gösterip. O bunu söylerken mağazadan bir kadın
çıktı ve elindeki torbayı uzatarak, “Şunu alsana!” dedi
Natalya’ya. Natalya torbayı alırken kadın bana baktı ve “Aaa,
Osman Bey, merhaba, nasılsınız?” dedi gülümseyip. Bir başka
sürpriz daha karşımdaydı, ama bu kadının kim
olduğunu bilmiyordum.
“Merhaba!” dedim utana sıkıla. Ardından, “Kusura bakmayın,
çıkartamadım sizi?” dediğimde, kadın gayet kibar ve alttan
alır bir şekilde, “Ben Fikriye, geçen sabah görmüştüm sizi,
Ayşe Hanım’ın görümcesiyim!” dediğinde bende jeton anca
düştü. “Çok özür dilerim, kusura bakmayın!” dedim
ayıbımı kapatmaya çalışarak. “Ne demek,
estağfurullah, olur böyle şeyler!” dedi gülümseyerek.
Demek Natalya Fikriye hanımın yanında çalışıyor,
onun hasta ve yatalak kaynanasına bakıyordu. Dünyanın ne kadar
küçük olduğunun bir kanıtıydı bu durum. Fikriye Hanım
ile Ayşe Hanım karşılıklı oturuyorlardı. O
gece Natalya’yı eve bıraktığımda tam
karşıdaki villanın bahçesinde Ayşe hanımın kullandığı
cipi görmüş, Natalya’ya orada oturanları tanıyıp
tanımadığını sormuştum. Natalya da hiç
düşünmeden Ayşe hanımın adını vermişti.
“Nasılsınız, iyi misiniz, Özge nasıl?” diye sorunca ne
diyeceğimi bilemedim. Özge’nin annesinden fena bir dayak yediğini,
yüzünün gözünün morardığını söyleyemezdim elbette.
“İyi, nasıl olsun!” dedim herhangi bir şey çaktırmamaya
çalışarak. “Aradım ama ulaşamadım kendisine,
selamlarımı iletirsiniz!” dediğinde, “Ne demek, tabii ki!”
dedim.
Ayşe hanımdan hariç Fikriye Hanım da Özge ile
görüştüğüne göre durum oldukça ciddi demekti. Özge her ne kadar
Ahmet’i sevmediğini söylese de, Ahmet’in ailesinin Özge’yi pek
sevdiği belliydi.
Fikriye hanımı o gün ayaküstü görmüştüm ve aklımda yer
etmemişti, ama şimdi daha dikkatle baktığımda gayet
hoş ve zarif bir kadın olduğunu fark ettim. Uzun boyluydu.
Dizlerinin altına inen krem renkli bir pardesü giymişti. Pardesünün
altından kahverengi eteğinin uçları görünüyordu. Bordo renkli
yüksek topuklu çizmeleri ile zaten uzun olan boyu daha da
uzamıştı. Başındaki desenli türbanı ve elinde
tuttuğu çanta da bordoydu ve oldukça pahalı bir markaydı.
Yüzünde çok hafif bir makyaj vardı. Yüzündeki ve alnındaki çizgiler
ona ayrı bir hava ve güzellik katıyordu. Bu haliyle en fazla 40
yaşında gösteriyordu.
Natalya’ya bakarak, “Siz tanışıyorsunuz galiba?” dediğinde,
Natalya, “Da, Osman bey eski arkadaş benim!” dedi. Natalya bir
yabancı olarak bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmemişti,
ama Fikriye hanımın yüzündeki ifade tam tersini işaret ediyordu.
Zoraki bir gülümsemeyle, “Ne güzel!” dedi. Evli bir erkekle, yabancı,
yalnız bir kadının ne tür bir arkadaşlık
yaptığını düşünüyordu muhtemelen. Belki de beni
yanında çalışan yabancı kadınla
karısını aldatan biri olarak görüyordu.
Konuyu değiştirmeye çalışıp, “Ayşe Hanım
nasıl, Mümtaz Bey nasıl?” diye sordum. “İyiler sağ olun,
aslında yengem de gelecekti benimle, ama başka bir işi çıkmış,
gecikeceğini söyledi!” dedi gülümseyen yüzüyle. Fikriye Hanım, “Bir
gün buluşalım ailecek, eşinizle de tanışmak isterim!”
dediği sırada bir anda Refiye bitiverdi yanımda. Tam
konuşmanın üzerine denk gelmişti. Beni iki kadınla
konuşurken görmenin verdiği şaşkınlık ve siniri
yüzünde görebiliyordum.
“Eşim Refiye!” diyerek kendisini
tanıştırdığımda, Fikriye Hanım, “Merhaba,
biz de tam sizden bahsediyorduk!” dedi gülümseyerek. Fikriye Hanım
Refiye’yi Özge’nin annesi sanmıştı. Refiye sinirden uzun deri
cüzdanını koparırcasına sıkarken hiçbir şey
söylemedi karşılık olarak. Bir Fikriye hanıma, bir
Natalya’ya bakıyordu.
Refiye’nin gelmesi ile oluşan soğukluğu benim gibi Fikriye
Hanım da fark etmişti. “Peki, bize müsaade, iyi günler!” diyerek
yanımızdan ayrılırken, “İyi günler!” dedim. Onlar
giderken Refiye’nin siniri bana yönelmişti. “Kim bunlar?” dedi
dişlerini sıkarak. “Özge’nin bir arkadaşının
halası, öbürü de yanında çalışan hizmetlisi!” diye cevap
verdim. Sonra da, “Çok ayıp ettin insanlara!” dedim.
“Başlarım senin ayıbına!” dedi sinirli sinirli. O
sırada yanımızdan çocuğuyla geçen bir kadın
bakışlarını bize yöneltti.
Daha önce Refiye’yi kıskançlık ederken hiç görmediğimden
şimdi bu hali çok tuhaf geliyordu. Kendi yatağında Elif’le
sikişmeme sesini çıkartmazken, iki kadınla ayaküstü
konuştuğum için kıyameti kopartacaktı nerdeyse. “Sakin
olsana, derdin ne senin?” dedim, ama beni dinlemeden hızlı
hızlı yürüyordu. Kolundan tutup, “Nereye gidiyorsun, beklesene!”
dediğimde, “Bırak beni, eve gidiyorum!” dedi. Çok güzel başlayan
günümüz bir anda bombok hale gelmişti.
Garaja inip arabaya bindik. Kapıları kapatır kapatmaz Refiye
sinirden kendinden geçmiş bir halde, “Hangisini siktin daha önce,
kapalı karıyı mı, yoksa hizmetçisini mi?” dedi. “Sen manyak
mısın, bu nasıl konuşma?” dedim, ancak Refiye beni
dinleyecek halde değildi.
“Tabii, beyefendi ne de olsa genç, yakışıklı. Kalkıp
sadece bana bakacak hali yok. Adetliyim diye daha şimdiden gözünü elin
karılarına kızlarına dikmiş bile!” dedi sinirden
titreyen sesiyle. “Refiye kendine gel. Aptal aptal konuşma, sana dedim,
kadın Özge’nin bir arkadaşının halası, istersen aç
telefonu sor!” dedim. Ancak Özge’nin adının geçmesi ateşin
üzerine benzin dökülmüş gibi Refiye’nin sinirini ve
kızgınlığını artırdı.
“Haa, tabii bir de Özge Hanım var. Onu unuttuk. Beyefendinin genç
aşkı, tabii. Salaklık işte, nasıl unuttum bunu. Ne
zamandan beri o götçünün arkadaşlarının akrabaları ile
görüşmeye başladın sen? Artık o götçü de sana yetmez oldu
demek ki, arkadaşlarına falan sulanmaya başladın!”
dediğinde sinirimden ağzının ortasına bir tane
vurmamak için kendimi zor tuttum.
Arabayı çalıştırıp yola koyulurken içimden (Ya
sabır, ya sabır!) diyordum sürekli. Ancak Refiye’nin açılan
çenesi pek kapanacağa benzemiyordu. “Ana kız nikâhımın
içine sıçtılar. Dün senin için kavga ettiklerini bilmiyorum sanki!”
dedi elini çantasına götürürken. Bu sırada Özge ve Özlem’e epey bir
küfür savurdu. İnce sigaralarından birini çıkardı ancak
çakmağını bulamıyordu bir türlü. Uzattığım
çakmağımı elinin tersiyle iterken sonunda çakmağı
buldu ve sigarasını yaktı.
Elleri titriyordu sinirinden. Parmaklarının arasındaki sigara da
düştü düşecek gibiydi. Üst üste birkaç derin nefes çektikten sonra,
“Beni ilerde indir!” dedi. “Nerde, nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Sana ne,
nereye istersem giderim! Sen de koş git o karıların
peşinden!” dedi. Bunları söylerken ağlamaya da
başlamıştı.
“Refiye abartma lütfen, iki kadınla ayaküstü konuştum,
merhabalaştım sadece, ne var bunda?” dedim, ama Refiye beni
dinleyecek durumda değildi. Gözyaşları yanaklarını
ıslatmıştı iyice. “İndir şurada!” deyince, “Nereye
gideceksin?” dedim bileğinden kavrayarak. “Hüsniye’nin yanına!” dedi
bileğini kurtarmaya çalışırken. “Sen manyak
mısın, Hüsniye burada oturmuyor!” dedim ve gaza bastım. “Ben
taksiyle giderim, indir beni!” dediyse de onu dinlemedim.
Yengem ve Hüsniye’nin oturduğu binanın önüne gelene kadar hiç
konuşmadık. Refiye arabadan indi, binadan içeri girene kadar bekledim
orada. O gözden kaybolunca sürdüm arabayı. Ancak nereye gideceğimi
hiç bilmiyordum.
Trafikte öylece araba sürdüm bir süre. Nereye gitsem, ne yapsam diye
düşünüp durdum. Hiç beklemediğim, ummadığım bir
tepkiyle karşılaşmıştım. Kafam allak bullak bir
haldeydi. Son birkaç gündür yaşananların üzerine tuz biber
ekmişti bu durum. Daha evliliğimin ilk gününde kavga etmiştim.
İşe mi gitsem diye düşündüm, ama gitmek istemiyordum hiç. O
sırada telefonum çaldı. Sabit bir numaraydı. Açınca
karşıdan Hüsniye’nin sesi geldi. Nasılsın, iyi misin
muhabbetinden sonra, “Merak etme, Refiye iyi, sinirleri bozulmuş biraz.
Gelsene bize, konuşmuş oluruz!” deyince, “Şimdi gene kavga
başlatır filan, boş ver!” dedim, ama Hüsniye ısrar edince,
“İyi, tamam, geliyorum!” dedim ve geri döndüm.
10-15 dakika sonra yengemin dairesinin önündeydim. Zile bastım. Az sonra
Hüsniye açtı kapıyı. “Hoş geldin, buyur!” dedi
gülümseyerek. Beni gördüğüne çok sevinmiş gibiydi. Siyah, dizlerinin
üzerine gelen dar bir etekle, açık pembe V yakalı bir bluz vardı
üzerinde. Bluzun altından siyah sutyeni belli oluyordu. Derin V yaka ise
memelerinin çatalını meydana çıkartmıştı. Ayağında
yüksek topuklu ayakkabıya benzer terlikler vardı.
Salona geçtim, ancak Refiye görünmüyordu. “Refiye nerde?” diye sorunca, “Gel!”
diyerek önüme geçti ve koridora yöneldi. Yüksek topuklu terlikleri ile
takır tukur sesler çıkarta çıkarta ve fena halde götünü
sallayarak yürüyordu. Götünün dolgun yanaklarının siyah eteğin
altında sağa sola sallanışlarını fark etmemek
mümkün değildi. Külot giymemiş gibiydi Hüsniye. Bu manzara
karşısında yarağım ister istemez sertleşirken,
arkadaki odalardan birinin kapısını açtı.
Açılıp yatak haline getirilmiş bir koltukta yatıyordu
Refiye. Derin bir uykudaydı. Bir süre izledim kendisini, ama beni fark
edecek halde değildi. Ara ara ufak horultular çıkartıyordu.
Hüsniye, “Sinirleri çok bozulmuş, anlattı bana meseleyi. Merak etmene
gerek yok, ilaç verdim. Daha birkaç saat uyanmaz!” dedi. Kapıyı
kapatırken, “Hımm, kokun da çok güzelmiş!” dedi gülerek.
“Refiye’nin hediyesi!” dediğimde, “Zevkli kadındır bilirim,
erkeğinin güzel görünmesi için her şeyi yapar!” dedi. Aynı
şekilde götünü çalkalayarak önümden salona geçti.
“Otursana, çekinmene gerek yok!” dedi koltuğu işaret ederek.
Koltuğa otururken, “Yengem nerde, görünmüyor?” dedim. “Size gitti, annenle
beraber işleri mi ne varmış, baban gelip götürdü sabahtan!” diye
yanıtladı. Refiye’yi saymazsak, ki o da horul horul uyuyordu, evde
ikimizden başka kimse yoktu. Hüsniye karşıma geçip bacak bacak
üstüne attığında kaymak gibi bacakları ve kalçaları
açığa çıktı. Çok rahat davranıyordu. Bu
rahatlığı teşhirciliğinden ileri geliyordu.
Sarı, dalgalı ve uzun saçlarının uçları ile oynarken,
“Refiye biraz kıskançlık yapmış, haksız da
sayılmaz hani!” dedi. Hüsniye de Refiye gibi mi düşünüyordu bu konuda
bilmiyordum. “Kıskançlık yapacak bir şey yok ortada.
Tanıdığım iki kadınla merhabalaştım, hepsi
bu!” dedim.
Hüsniye saçlarının uçlarıyla oynarken üstteki
bacağını da sallamaya başlamıştı hafifçe.
“Ben onu demiyorum!” deyince, “Sen neyi diyorsun?” dedim.
Sırtımı yasladım koltuğa iyice, onun gibi bacak bacak
üstüne attım. Hüsniye, “İnsanın senin gibi genç,
yakışıklı kocası olunca değil başka
kadınlardan, dişi sinekten bile kıskanır!” dedi.
Hüsniye’nin amacı yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu bu
sözleriyle. Yengem evde yoktu, Refiye de uyuyordu.
Hiç beklemediğim bir zamanda elime altın bir fırsat
geçmişti ve bunu kaçırmaya hiç niyetli değildim...
[Osman]
|